Değişmeyen Savaşlar XIX: Max Payne 3 ile Bol Güneşte Hüzünlenmek

Çoğu seri için üçüncü eser, en kritik virajdır. Kimisi hikayeyi burada sonlandırmayı tercih eder, kimisi virajın riskine girip daha da genişlemeyi göze alır. Üçüncü hikayelerde başarı da hezimet de boldur. Mesela Harrison Ford’u her daim tapınak maceralarına sürükleyen Indiana Jones serisi, gişe başarılarına rağmen üçüncü filmin ötesine geçecek cesareti neredeyse yirmi yıl sonra bulabilir. Benzer bir çekingenlik, bir dönemin fenomen serisi The Matrix için de geçerlidir. Geek alemlerin altın yumurtlayan kazı Star Wars bile üçer üçer atar adımlarını. Öte yandan kimi seri de üçüncü işi tema değiştirmeye fırsat olarak görür. Hasılat rekortmeni Fast and Furious serisinin üçüncü filmi hem yarışları Tokyo’ya taşıması hem de esas karakterlerden hiçbirini barındırmaması ile radikal bir deneme yapar; ama bu deneme daha sonra gişede sönüklükle cezalandırırır. Haliyle seri hem eski aktörlere geri döner, hem de ayakta durabilmek için serinin iskeletini baştan aşağı yeniden düzenler.

Sinemada üzerine tartışılacak, sonu iyi de kötü de biten örnekler bol; ne var ki oyun dünyası da boş sayılmaz. Mesela bugün kimsenin konuşmadığı, bir zamanların efsane serisi Dead Space, üçüncü oyununda türünü baştan aşağı değiştirmesinden ötürü tarihe gömülmüştür. Aksi bir örnek olarak ise yıkılmaz kale Quake, 2000’lerin başındaki karizmasının büyük kısmını deatchmatch odaklı oyuna yoğunlaşan üçüncü oyununa borçludur. Peki ya eski PlayStation dönemlerinin Dino Crisis serisi? Resident Evil‘a kuzen olarak varlığını sürdüren seri, üçüncü oyunda çatışmayı uzaya taşır. Bu yolculuk işin sonunda öyle sert bir hezimete uğrar ki Dino Crisis bir daha dünya yörüngesine giremez, adı ve geçmişi de hafızalardan siliniverir.

Demek istediğim aşikar, üçüncü işlerin içinde bulunduğu gerilim hiç de azımsanacak ölçüde değil. Eskinin bayrağını taşımakla yeniye yol vermenin arasında kalma gerilimidir burada bahsettiğim. Arkanızda isterseniz dönemin en sarsılmaz şirketi olsun, gene de her şeyin sorunsuz işleyeceğinin garantisini veremezsiniz. 2012 yılında Rockstar markası ile oyuncularla buluşan Max Payne 3‘ün de yoluna şüphesiz zorlu sınavlar çıkacaktı. Kalbini acılarla sertleştirmiş melankolik polisimiz bu sınavlarını verebildi mi peki? Net bir cevaba sahip değiliz. Oynayan herkesin hayran kaldığı bir oyun olmasına rağmen, artistik seçimlerindeki farklılık Max Payne 3’ü bir şekilde olduğu yerden öteye gidememeye mahkum etmiş durumda. Bir Max Payne 4 fikri görünürde yok,  ileride olacak gibi de gözükmüyor. Oysa ki serinin belki de en iyi, hikayesi çeşitlenmeye en müsait oyunundan bahsediyoruz.

Something Rotten in the Air

Max Payne 3, ikinci oyundan dokuz sene sonra, Brezilya’da geçiyor. Travmalarından kurtulamayan Max kendini alkole vermiştir. Kendi karanlığında gömülü Max’in hayatı, akademiden eski bir arkadaşının onu bir barda bulmasıyla değişir. Polis teşkilatını bırakmış olan Raul Passos artık geçimini zenginlere özel korumalık yaparak sağlamaktadır ve güveneceği bir ortağa ihtiyacı vardır. Max ilk başta bu işe sıcak bakmaz ama New York’ta başına açtığı belalardan ötürü teklifi zoraki kabul eder. Kahramanımız, Brezilya’nın en varlıklı ailelerinden Branco’lara korumalık yapmakla yükümlüdür artık. Alkolün ve partinin hiç bitmediği Branco hayatında ise işler asla iddia edildiği kadar tehlikeden uzak değildir; San Paulo’daki görevine başladıktan birkaç ay sonra ailenin üyeleri sokak çetesi Commando Sobra tarafından kaçırılır. Max’in macerası da bu noktada başlar. Emektar polisimiz kendini önce kaçırma teşebbüslerini durdurmaya, ardından ise koruması altındaki insanları kurtarmaya adar. Max, hikaye ilerledikçe meselenin aslında göründüğünden daha karmaşık olduğunu ve sandığından çok daha fazla düşmanın ortasında kaldığını fark edecektir.

Max Payne 3, serinin en sürükleyici hikayeye sahip oyunu. Önceki maceraların “intikam peşindeki polis” şablonuna halen bağlı olan oyun, bu sefer bize çok katmanlı ve bol karakterli bir suç hikayesi sunmakta. Başlangıçta zengin aile ile sokak çetesi arasındaki basit denkleme odaklanırken hikaye ilerledikçe kendimizi paramiliter gruplar, yerel polis, Max’in geçmişi ve ihanetlerle dolu bir olay örgüsünün içinde buluyoruz. Önceki oyunlara kıyasla daha yoğun ve karmaşık bir suç hikayesinin anlatılmasındaki esas sebep ise, yapımcı şirketin Rockstar olması. Açıkçası hiçbir aksiyon oyununda daha önce bu denli yoğun bir sinematik anlatıma denk gelmemiştim. Ne var ki bu anlatım, oyunun aynı zamanda en büyük sıkıntısına da yol açmakta; Max Payne 3’ün sinematik videoları çok fazla ve çok uzun. Hikayeden beslenmek isteyen oyuncu için tabii ki bu aslında bir lütuf; ancak bu videoları hızlıca geçemememiz oyuncunun bazen sabrını zorlayabiliyor. Hele ki oyunu baştan bir kez daha oynamak isteyen biri, saatler sürecek videoları yeniden seyretmek durumunda.

A Fat Bald Dude with a Bad Temper

Hikayenin Brezilya favelalarında geçmesinin arkasında, oyunun yapıldığı dönem Hollywood’da baş gösteren Güney Amerika merakının rolü büyük. 2010’larda Elite Squad film serisinin yükselişi, bu topraklara aksiyon için bereketli bir imaj yüklemişti (Mesela 2011 yılında vizyona giren Fast Five filmi de Rio de Jainero’da planlanan bir soygun üzerine kuruluydu). Ne var ki Max Payne 3’ün bu imajla ilişkisinin oyun çevrelerinde ne kadar çekici bulunduğu tartışılır. Eski oyunların noir estetiğe selam çakan, depresif yapılarından sonra Max’i sakallı, kel ve rengarenk bir gömlekle kızgın güneş altında görmek hayranlar için şaşırtıcı bir durum olsa gerek. İşin ilginci, pazarlama için kullanılan bu görseller aslında oyunun çok küçük bir kısmını temsil etmekte. Rockstar eski hayranları hoşnut tutabilmek için bazı bölümlerde Max’i New York sokaklarında da çatışmaların içine atmış; ancak bu görseller hep geri planda bırakılmış. Gene de oyunun en yoğun çatışmalarının San Paulo’daki askeri birimlere karşı yapıldığını söylemek gerek. Bu da haliyle önceki noir etkiden uzakta olacağız demek oluyor.

Açıkçası Amerikan bir oyun şirketinin, Brezilya üzerinden bir suç hikayesi anlatması da tartışmaya açık bir konu. Rockstar acaba zaten kötü şöhretli San Paulo üzerinden çizdiği komploları New York sokaklarında geçen bir oyunda da aynı keskinlikle çizebilir miydi, buna cevap vermek güç. Tipik bir Amerikan kahramanı uzak ülkelerin sorunlarını çözmek üzere karmaşanın ortasına atmak, özünde Amerikan popüler kültürünün samimiyetsizliğini ister istemez barındırıyor. Ancak Rockstar’ın bu bariz duruma yer yer eleştirel yaklaştığını da söyleyebiliriz. Max bu bilmediği dünyanın içinde ne aradığını defalarca kendine soruyor, hatta kendini ucuz Amerikan kahramanı olmakla suçluyor (ne var ki işin sonunda gene o kahramana dönüşüyor, orası ayrı mesele). Max’in San Paulo sokaklarında dil bilmeden gezinmesi, hatta oyun boyunca hiçbir düşmanın İngilizce konuşmaması, oyuna özgün bir yalnızlık hissi vermiş. Belki de Max Payne serisinde hep karşılaştığımız melankolinin bu sefer yabancı bir ülkede olmak üzerinden yeniden inşa edildiğini bile iddia edebiliriz. Nitekim oyunun Portekizce diyaloglarında sıkıntılar olduğunu da eklemek gerek, en azından dile hakim eleştirmenlere göre.

Alive If Not Exactly Well

Max Payne 3 üzerine konuşurken grafik yahut oyun mekaniği üzerine konuşmak aradan geçen senelerde çok da gerekli değil. Zira iki başlıkta da kaliteli bir sunuma sahip oyunumuz, aradan geçen sekiz seneye rağmen halen güncellik hissini korumakta. Oyunun bütçesinin 105 milyon dolar olması, zaten ne denli kapsamlı bir projeden bahsettiğimizi gösterse gerek. Bu büyüklükte projelerin rüştlerini ispat süreçleri; zaten mükemmel olan oyun mekanikleri üzerinden değil, daha çok tematik ve artistik seçimleri üzerinden olur. Oyunun kapsamlı ve sonrasında DLC’lerle zenginleştirilen bir multiplayer kısmının bugün unutulmuş olması, belki de gene Brezilya atmosferinin oyuncular tarafından kabul edilememesinden ötürü.

Sonuç ne kadar beklenenden farklı olursa olsun, Rockstar’ın Remedy‘den teslim aldığı seri için büyük emek harcadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ortada ciddi bir imaj değişimi geçirmiş ancak kaliteli bir oyun var. İş bu değişime sizin oyuncu olarak ne kadar hazır olduğunuzda bitiyor. Bugün Max Payne 3’ü oynarsanız çağının gerisinde bir eserle kesinlikle karşılaşmayacaksınız, ancak önceki oyunlarla bir geçmişiniz var ise beklentilerinizi şekillendirmeye hazır olun. Bu da büyük mesele olmamalı, kim bilir belki bu durumdan keyif dahi alabilirsiniz. Şahsen ben bu oyunu bu kadar sevmeyi hiç beklemiyordum.

Bu yazı, "Değişmeyen Savaşlar" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar