Bir Gökdelenden İnsan Manzaraları: High-Rise

“…o Pandora’nın kutusunun bin kapağı içe doğru açılıyordu birer birer.”
Bazen bir kitabın tek bir cümlesi, hatta bu cümledeki tek bir benzetme tüm olayı öylesine iyi özetler ki, üzerinden ne kadar zaman geçmiş olursa olsun hatırladığınız şey bu cümle olur. Benim de J.G. Ballard’ın unutulmaz distopik eseri Gökdelen’den (High-Rise) aklımda kalan işte bu benzetme olmuş. Tam bin kapılı/kapaklı devasa bir metal-çimento yığını kutunun her biri akıl almaz ve tahmin edilemez kötülüklerle dolu her bir kapağı içe doğru açıldığında nasıl bir karmaşa ortaya çıkabilir?
Kitabı daha önce okumuş olanlar (okumamış olanların da bu yazıyı okuduktan sonra okumuş olmaları umulur) zaten hikâyenin etkileyiciliğini şüphesiz bilirler. Ben de dâhil olmak üzere kitabın düzgün bir uyarlamasının çekilmesini bekleyen birçok okur vardır eminim ve son zamanların dikkat çeken İngiliz yönetmenlerinden Ben Wheatley’in akıllara zarar bir oyuncu kadrosuyla böyle bir işe soyunmuş olduğunu duyunca bu beklenti içindeki okur grubu çılgına döndü tabii. Gerçekten de kendi adıma, çok sevdiğim kitapların uyarlamalarını tedirginlikle bekleyen sadık bir okuyucu olarak, ilginçtir ki bu film ekibine ve kadrosuna çok güvendim. Beklentim tavan yaptı diyebilirim; çünkü yönetmen koltuğunda Ben Wheatley gibi bir adam vardı, filmin prodüktörü ise yine bir Ballard uyarlaması olan Crash’in de Only Lovers Left Aliv, The Dreamers gibi filmlerin prodüktörü olan Jeremy Thomas’tı. Oyuncu kadrosuysa Tom Hiddleston, Sienna Miller, Luke Evans ve Jeremy Irons gibi büyük oyunculardan oluşuyordu (oyuncu kadrosunu ben oluşturacak olsam bu kadar olurdu). Haliyle, çılgınca filmin festivallerde gösterilmesini beklemeye başladım. Ve seyrettikten sonra da, kesinlikle hayal kırıklığına uğramadığımı söyleyebilirim.
Filmin ya da kitabın konusuna vâkıf olmayanlar için kısa bir özet geçelim: Hikâye, kırk katlı ve bin daireli olarak tasarlanmış bir gökdelende geçiyor. Gökdelene taşınan yüzlerce insan meslek gruplarına, sosyal sınıflarına göre binanın farklı katlarında oturuyor ve binada daha ilk günlerde oluşan bu hiyerarşik yapı kendini gösteriyor. Çok geçmeden alt kattakiler, yaşadıkları elektrik kesintileri ve asansör sıkıntısı nedeniyle isyan ediyor, üst kat havuzlarına çıkan çocuklar korkutularak geri püskürtülüyor, marketler yağmalanıyor ve bu modern sığınaklarının içinde birbirlerine düşen insanlar kendilerini önü alınmaz bir çılgınlığa teslim ediyorlar.
Film, 1970’lerin kurgusal İngilteresinde geçiyor. İlk sahnede, çılgına dönmüş gökdelenin en “ılımlı” sakini olan Dr. Robert Laing (Tom Hiddleston) balkonunda köpeğini yerken (filmin ilk sahnesinin kitabın ilk cümlesiyle birebir aynı olması güzeldi) sonraki sahneler bizi yavaş yavaş bu çılgınlığın başlangıcına götürüyor. “Hayatında imza atabileceği bir şeyi olması için” bir kira kontratı imzalamış olan genç ve bekâr Dr. Laing, bekâr anne Charlotte Melville’in dikkatini çekiyor. Kendini bir anda bu kadının çekimine kapılmış bir halde partilerde bulan Laing, gökdelendeki diğer insanların tuhaflığını da fark ediyor ancak bunlara ilginç bir şekilde kayıtsız kalmayı tercih ediyor. Zamanla, alt katlarda hamile karısı Helen (Elizabeth Moss) ve iki çocuğuyla birlikte yaşayan film yapımcısı Richard Wilder (Luke Evans) ile arkadaş oluyor. İçinde okuldan süpermarkete, spor salonlarından yüzme havuzlarına kadar her türlü lüks bulunan bina yavaş yavaş çıldırırken, Laing bu gökdelen kompleksinin mimarı Anthony Royal (Jeremy Irons) ile de tanışıyor ve birlikte squash oynarlarken Royal tarafından en üst kattaki partiye davet ediliyor. Laing katıldığı bu 18. yüzyıl temalı kostüm partisinde kendisi de aşağılanıp gerisingeri aşağı kata yollandığında, neler olup bittiğine biraz vâkıf olmaya başlıyor. Ancak bu sırada gökdelenin alt katları çoktan isyan bayrağını çekmiş, hatta şiddete eğilimli bir yapısı olan Richard Wilder, eline kamerasını alarak üst katlara tırmanmaya girişmiştir. Pandora’nın kutusu, hem de bir değil tam bin tane kutusu açılmış, içlerinde kötülük ve çılgınlık namına ne varsa bu devasa yapının içine salınıvermiştir.
Film, birbirinden farklı ve rahatsız edici sahnesiyle bana kitapta yaşadığıma çok benzer deneyimler yaşattı. Klostrofobik bir ortamda yaşanabilecek çılgınlığı, oyuncularının da başarısıyla seyirciye oldukça etkileyici bir şekilde geçirmeyi başardı. Bu noktada film müziklerinin seçimi de harikuladeydi ve ben özellikle en etkilendiğim sahnelerden birinde, şahane bir ABBA cover’ı duyunca resmen mest oldum. Evet, film müziklerine ulaşabilenler özellikle, Portishead tarafından bambaşka ve harikulâde bir şekilde yorumlanan SOS’e dikkat etsinler. Elbette bu noktada zaten muhtemelen filmi seyretmiş ve bahsi geçen sahnede benzer şeyleri hissetmiş olacaksınız.
Sonuç olarak filmin, özellikle Ballard hayranları tarafından kusursuz bulunmasa da yerin dibine de sokamayacağı, vasatın oldukça üstünde bir film olmuş High-Rise. Eklenen ve çıkarılan birkaç karakter haricinde kitaba bağlı kalmaya çalışan, başarılı bir uyarlama olduğunu da söylemek gerek.
Ama yine de ben size, her zaman olduğu gibi bir uyarlamayı önce kitabını okuyup seyretmenizi tavsiye edeceğim. Zaten öncelikle kitabı okuduktan sonra, filmini seyretmeye cesaret edip edemeyeceğinizi de anlayabilirsiniz.
İyi seyirler.