Radyoaktif Telefonun Isırdığı Bir Genç: iBoy

Süper kahraman filmleri ara ara yoğunlaşıp sönümlenen şekilde 70’lerden beri, olabilecek en yoğun haliyle de 2008’den beri hayatımızda bir şekilde yer etmekte. Bu furyanın daha ne kadar süreceği konusunda spekülasyonlar olsa da kesin olan şu ki, birçok yapımcı kuruluşun şu an bu furyadan olabildiğince yararlanmaya çalıştığı. Elimizdeki materyallerin kaçta kaçının kayda değer olduğu ise apayrı bir soru.

Netflix’in özellikle son iki yıllar deneyebileceği her tür formatı en az bir yapımla test ettiği bir gerçek: 80’ler nostaljisi (Stranger Things), kartel drama’sı (Narcos), karanlık bilimkurgu (Black Mirror), Manga/Anime adaptasyonları (Death Note), gerçek hayatın sorunlarıyla uğraşan süper kahramanlar (Daredevil) derken bir bakmışız, Netflix’in denemediği konsept kalmamış şu son iki yılda. Hal böyleyken, Netflix’in “Netflix Original” bir süper kahraman yaratmaya çalışmaması da mantıksız olurdu. Elimizde tuttuğumuz 2017 yapımı iBoy olabilecek en doğrudan tabirle böyle bir yapım.

iBoy, X Men: First Class’da Magneto’nun çocukluğu olarak ilk kez izleme şansı bulduğumuz Bill Miner ile Game of Thrones’dan Arya Stark olarak tanıdığımız Maisie Williams’ı buluşturuyor. Onlara Harry Potter serisinin Rita Skeeter’i olan Miranda Richardson’un eşlik ettiği film, başta bir süper kahraman hikayesi olarak durmuyor. Ama hızlı bir şekilde o janrın 90’lardaki düşük bütçeli ve bir nebze 18 yaş üstüne pek de hitap etmeyen örneklerine geçiş yapıyor.

Hikaye

Tom, Londra’nın gökdelenlerinin gölgesinde kalmış orta halli bir mahallesi olan Petitcoat Square’de, bir yazar olan anneannesiyle tek başına yaşayan silik bir genç. Sınıf arkadaşı Lucy’e platonik şekilde aşık fakat ona açılamıyor. Beraber ders çalışmaya sözleştikleri bir gün Lucy gelmeyince onun evine gitmeye karar veriyor fakat evine gittiğinde kapıyı açık buluyor. Girdiğinde ise kendisinden kısa bir süre önce eve giren maskeli bir grup saldırganın Lucy’nin ebeveynlerinden sonraki hedefi oluyor. Tom polisi çağırmaya çalışırken telefonunu parçalayan kurşun beynine de teğet geçiyor ve komaya giriyor. Komadan çıktığında eski bildiği kendisi olmadığını fark ediyor. Beynine bulaşan cep telefonu çipinin parçaları beyniyle bütünleşmiş ve ona mobil bir cihazın yapabileceği her şeyi yapabilme yeteneği vermiş. Çevresinde yürüyüp geçenlerin yazışma ve konuşma trafiğine ister istemez tanık olmasını saymazsak bu ona sayısız yetenek sağlıyor. Banka hesabı hacklemek, elektronik aletlerden veri çekebilmek ve yollayabilmek ve hatta mikrodalga patlamaları yaratabilmek bunlardan sadece birkaçı.

Fakat Lucy’nin evine saldıranların onunla aynı okuldaki serseriler olduğundan ve onların polise konuşmaması için Lucy’i taciz ettiklerinden şüphelenmeye başladığında onlara bu emri kimin verdiğini ortaya çıkartmayı takıntı haline getiriyor. Kendisine iBoy ismini verip tek tek çevresindeki şüpheli gençleri elektronik yollarla taciz etmeye ve açık verdikleri an polise ihbar etmeye başlıyor. Fakat onun Lucy’e olan takıntılı bağı onun zayıf noktası haline geldiğinde suçluların onu hedef alması uzun sürmüyor.

Transhumanizm

İlkin Katsuhiro Otomo’nun 80’lerde yazdığı mangasından uyarlanan Akira ve Brett Leonard’ın bir Stephen King hikayesinden hayli serbest şekilde uyarladığı Lawnmover Man filmlerinde gördüğümüz transhumanist şekilde güçlenme mevzuları o zamandan beri çok da fazla sayıda olmayan filmde işlenmeye devam etti. Chronicle ve Lucy bu filmlerin şimdilik aklıma gelen son örnekleri. Filmimiz iBoy ise hızlı bir şekilde ilerleyen ve meselesini bir dizi formatında anlatarak çeşitlendirebilecekken basit bir intikam hikayesi içerisinde kaybetmiş. Haliyle 16 yaş sınırına sahip olmasına karşın bir çocuk filminden az hallice bir film olmuş. Aslında formatın umut vaat etmediğini söyleyemem.  Fakat elektronik cihazlara hükmedebilen birisinin yapabilecekleri biraz düşünüldüğünde iBoy fazla sokak seviyesi bir kahraman kalıyor. Onun yaşadığı mahalleyi daha güvenli bir yer haline getirme takıntısını anlayabiliyorsunuz. Fakat bu uğurdaki tek motivasyonunun Lucy’i korumak olması, Lucy’nin de hikayede “damsel in distress” konseptinden pek de uzakta olmaması, filmin zaten sınırlı süresinde görebileceklerimizin çeşitliliğini hayli kısıyor.

Oyuncular

Oyunculuklara geçersek, Bill Miner elinden geleni yapmış denebilir. Ama mimikleri ve genel olarak oyunculuğu bir başka Netflix yapımıyla kıyaslamak gerekirse Atypical’ın Keir Gilchrist’in yada 13 Reasons Why‘in Dylan Minnette’in gerisinde. Lucy’i oynayan Maisie Williams kötü oynamış diyemem. Ama hem çok az görünüyor hem de Game of Thrones’den arta kalan vaktinde oynamış gibi genel bir yorgunluk hali içinde. Diğer oyunculuklar genel olarak bir TV filminden hallice değil. Hele çetenin tek boyutlu ve karikatürize şekilde işlendiğini gördüğünüzde çoktan bitse de gitsek moduna giriyorsunuz.

Sonuç

iBoy yaratıcı konusuna rağmen bundan yararlanamayan, zayıf bir çalışma. Sadece Black Mirror dizisinde bile mobil cihazlar ve izleme teknolojileri üzerinden beyin fırtınası yapılarak ulaşılabilen noktaları görerek bile filmin yetersizliği görülebiliyor. Şüphesiz Netflix’in kendi kahramanını yaratma konusunda bir çaba harcadığı için onları suçlamak yersiz olur. Ama bu çabanın yetersizliği ve konseptin gelişirilmeye kapalı olması çok da bir şey yazmama mani oluyor. Kesin olan şu ki iBoy Netflix’in ihtiyacı olan kahraman olabilir ama bizim hakettiğimiz kahraman değil.

Yorumlar