Agatha Christie’den Katil Avı – And Then There Were None
Sürekli “Yerliler”imizin kurbanlarının hayaletleriyle karşılaşırız ve hayaletlerin gerçek mi, yoksa birer psikoz halleri mi olduklarını çözmeye çalışırız. Konuda en çok ilginizi çekebilecek öge, -ki genel konuda yer alan ironi de bu- katillerin kurbanlarına yaşattıkları şeylerin ardından hiç umursamadan devam ettikleri hayatlarında, bir gün o kurban kendileri olur ve bunun son derece farkında olarak onların çırpınışlarını izlersiniz. İnsan hayatının ne kadar zor ve ne kadar kolay sonlandırılabileceği konusunda üzerine düşünecek çok şeyiniz olacaktır izledikten ya da okuduktan sonra. Çünkü eminim siz de kendinizi, o karakterlerin yerine koyacaksınız, onlar gibi soğuk terler dökecek, telaşa kapılıp panik olacak ve ölümün nefesini ensenizde hissedip “Acaba acı çekecek miyim?”, “Acaba önce kim ölecek?” gibi sorulardan oluşan bir paradoksa kapılıp gideceksiniz.
Daha da kötü olan şey, kendilerini erdemli olarak tanımlayan insanların içlerindeki canavarların nasıl ortaya çıktığını görür ve insanların içlerinde bulunan ilkel canlıların varlığına tanık oluruz. Sanki hiçbir zaman ahlaki evrim gerçekleşmemiş gibi, sadece insanların dış kabuklarında görünen ahlaki değerlerin boşluğunu görme imkanımız olur. On katilin onu da aynı şekilde, hiç suçu kendilerinde bulmamakta ve kendilerinin bile inanmadıkları saf iyi bir insan olduklarını birbirlerine kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Zaman zaman bu kanıtlama çabası ve içten içe onları yiyip bitiren meraklarıyla birbirlerini de öldürme girişiminde bulunurlar. Yani anlayacağınız Soldier Adası, aslında tam bir Survivor’dır. Olaylar gerçekleştikçe insanların dış kabukları dökülür ve sadece içlerindeki çürümüşlükleri ile hayatta kalma mücadeleleri kalır.
Aslında dizinin bir ara gerçekten bizimle dalga geçip geçmediğini merak ettim. Zaten en başından beri rahatlıkla tahmin edebileceğiniz gibi karakterleri o adaya çağıran ve onları birer birer avlayan kişiyi, bir bölümde artık kabak gibi açık ediyorlar ve o konu merak ögesi olmaktan çıkıyor. Neyse ki, tek merak ögesi avcımız değildir ve dizi o andan itibaren neredeyse eski tadında devam eder. Ta ki, şiirin son satırlarının gerçek olmasına kadar, sanki kitabı hiç okumamışım gibi, birisinin olan biteni fark etmesini ve o lanet adadan kurtulmasını dilediğimi inkar edemem. Bittiğinde de sanki boşluğa düşmüş gibi uzun süre ekrana bakacağınızı belirtmek isterim.
“Bir küçük zenci tek başına kaldı
Gidip kendisini astı ve hiçbiri kalmadı.”
Agatha Christie, aslında hikayesinin sonunu “Aşık olan ve kurtulan çiftlerle” bitirebileceğini söylemiş. Bunu söylediği dönem tam İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemdir ve insanların yeterince acı çektiğini düşünerek, bu kadar kasveti hak edip etmediklerini sorgulamış kendince. Ama yine de kasvetli havadan vazgeçememiş belli ki. Ayrıca, yine o dönemlerde kitabı tiyatrolaştırmak isteyen Christie, oyunu yönetecek kimseyi bulamamış. Çünkü neredeyse tüm yönetmenler, kimsenin bunu sahnede izlemek istemeyeceğini, hatta güleceklerini düşünüyorlarmış. Bir yönetmen bulunup, ilk kez oyun açılışı yapıldığı zaman da tiyatro bombalanmış. Bu kadar talihsizliğin ardından nasıl bir kararlılıksa, tiyatroyu başka bir yere sevk edip oyuna devam etmişler.
Kitapta bir çok düzeltme yapıldığından da bahsetmek istiyorum. “Zenci” deniliyor, ama aslında kızıl derililerden bahsediliyor. Zaten sonuncu düzeltmede de Indian (yerli) kelimesi, zencinin yerine geçiyor. Ama tarih boyunca birçok kez değişim geçirmiş nam-ı diğer “On Küçük Zenci”. Ten Little Niggers adıyla yayınlanmış hatta 1939 yılında. Yine 1939’da Amerika’da And Then There Were None adıyla yayınlanır. Ama orijinalinin Ten Little Indians olduğu söylenmektedir. Zaten malum, Lombard karakteri de yerlileri (indians) öldürdüğünden bahsetmektedir.
Tüm bu olumlu ve olumsuz yanlarıyla BBC mini-dizisi And Then There Were None’ın izlemeye değer olduğunu söylemek istiyor ve iyi seyirler diliyorum.