Masal Okumaya Devam Edebilecek Miyiz? III

“Güneş, Ay ve Talia” ya da “Doğurgan Olmayan Kraliçenin Dramı”

“Öz-hakiki Uyuyan Güzel” tartışmalarına çok fazla değinmek istemesem de, bu iş aslında Siegfried’in savaşçı Walküre Brunhild’i uyandırmasıyla başlamış olabilir. Nibelungen Yüzüğü destanını okuyan veya Richard Wagner’in bu destandan yola çıkarak bestelediği “Ring” operalarını dinleyenlerin duyunca tanıdık oldukları hikaye, ormanda ateşten bir çemberin içinde yatan ve kurtarıcısını bekleyen kadın hikayesidir. Ancak Brunhild savaşçı olduğu için, ancak kendisine denk bir savaşçı tarafından uyandırılabilir. Bu hikaye, dönemin ruhuna uygun şekillerde tekrar tekrar farklı biçimlerde anlatıldı. Pre-hristiyan dönemin Viking-Barbar kültürü, kadına farklı bir rol biçiyordu elbette. Yine de ortak olan bir şey, çiftler arası denklik meselesi. Savaşçı kadına denk olan kahraman erkek, yeni kültürde yerini prensese denk olan kral veya prense bırakıyor.

Brunhild’i uyandıran Siegfried, Ebenezer Cobham.

Uyuyan Güzel masalının bugün bilinen şekline daha yakın versiyonlarından biri, Giambattiste Basile’nin Pentamerone’sinde yer alan Güneş, Ay ve Talia isimli hikayedir. Bir zamanlar çok kuvvetli bir lordun Talia adında bir kızı varmış. Kızı doğunca lord falcıları ve bilgeleri çağırtmış, kızının kaderini öğrenmek için. Ve kızını çıkrığın ucunda bir tehlikenin beklediğini öğrenmiş. Bunun üzerine lord bütün çıkrıkların yasaklanmasına dair emir vermiş. Talia yetişkin bir genç kız olunca penceresinden bakarken çıkrık çeviren yaşlı bir kadın görmüş. Merakla iğneye yaklaşmış çünkü daha önce hiç böyle bir şey görmemişmiş. Tırnağının altına batan iğne nedeniyle yere düşüp ölmüş. Babası Talia’yı bir sarayda kadife kaplı bir koltuğa yatırmış, kapıları kilitlemiş ve kendisine bunca mutsuzluk kaynağı olan sarayı terk etmiş. Gel zaman git zaman ava çıkmış olan bir kral Talia’nın bulunduğu saraya gelmiş. Kızın uyuduğunu düşünmüş, ona seslenmiş ama Talia uyanmamış. Kızın güzelliği karşısında kanının kaynadığını hisseden kral onu yatağa yatırmış ve “Aşkın ilk meyvelerini toplamış”. Sonra krallığına dönmüş. Dokuz ay sonra Talia biri kız biri erkek iki çocuk dünyaya getirmiş. İki peri çocuklara göz kulak olmuş, çocuklar annelerinin memesinden beslenmişler. Günlerden bir gün çocuklardan biri Talia’nın parmaklarını emerken iğneyi çekip atmış. Böylece Talia uyanmış. Çocuklarını görünce onları göğsüne bastırmış ve beslemiş, bebekleri kendi hayatından daha değerli gelmiş ona.[1]

Hikayenin devamında kral nice zaman sonra ormandaki macerasını hatırlıyor ve geri dönüyor. Talia ile karşılaşınca ikisi de çok mutlu oluyorlar ve birkaç gün birlikte kalıyorlar. Ayrılırken kral Talia’ya onu krallığına götüreceğine söz veriyor. Aklı Talia’da ve Güneş ile Ay isimlerini taşıyan çocuklarda kalıyor. Ancak hali hazırda evli. Kraliçe olayı anlıyor, Talia’ya kral adına haber gönderip çocukları görmek istediğini söylüyor, niyeti onları öldürüp babalarına yedirmek. Ama Aşçı iyi bir adam olduğu için çocukları saklıyor. Sonuçta gerçek kraliçe ateşe atılarak cezalandırılıyor, Talia da kraliçe oluyor. Basile masalı aşağı yukarı şu mesajla bitiriyor: “Talihin kayırdıkları uykularında bile şanslıdır.”

Ormanda Uyuyan Güzel, Gustave Doré

Uyuyan Güzel’in Fransız versiyonunu Charles Perrault yazıyor, masalın tam adı Ormanda Uyuyan Güzel. Masalın ilk yarısı benziyor, sadece kahramanımız kral kızı, kehaneti gerçekleştirenler iyi ve kötü periler. Perrault’un versiyonunda Prens, Prenses’i öpmüyor. Onu görünce güzelliğine hayran kalarak dizlerinin üzerine çöküyor. Prenses tam o anda uyanıyor ve şu sözleri ediyor: “Sen misin prensim? Epey uzun zaman bekledin.” Evleniyorlar, çocukları oluyor. Fakat prens de prensesi ülkesine hemen götüremiyor çünkü annesi dev soyundan ve özellikle küçük çocuk gördü mü ağzının suyu akıyor. Kral dev kadınla parası için evlenmiş. Kral öldükten sonra prens kral oluyor ama dev-kraliçe de kontrolden çıkmaya başlıyor, savaşa giden kralın ağzından çocukların idamına dair emir veren bir mektup yazıyor, niyeti çocukları mideye indirmek. Aşçının müdahalesi aşağı yukarı aynı. Prenses 100 yıl uyuyor çünkü iyi kalpli peri ölüm büyüsünü uykuya çeviriyor. 100 yıl sonra oradan geçen bir prens onu uyandırıyor çünkü peri uyandıracağını söylüyor. Bu hikayenin arkasında cinsel alt metin, elbette var. Hatta Pamuk Prenses’ten çok Uyuyan Güzel’de böyle bir alt metin olduğu söylenebilir. Grimm Kardeşler’in prensese Gonca Gül (Briar Rose) adını taktıkları hikayede ise uyku öpücükle açılıyor. Sezer, kitabının ekler kısmına yerleştirdiği Uyuyan Güzel’in Charles Perrault’un versiyonu olduğunu belirtiyor, ama dev soyundan gelen kaynana ortada yok.

Kurbağa Prens’i Kim Öptü?

 Kurbağa Prens ya da Demir Heinrich, Grimm Kardeşler’in derlediği hikayelerden biri. Öpünce prense dönüşen kurbağa üzerinde Sezer epey kafa yormuş. Bu hikayeyi temel olarak babasının-ailesinin istediği şekilde evlilik yapmak zorunda olan bir kadın hikayesi olarak algılamış. Yazarın Kurbağa Prens’in geçirdiği dönüşümü zoraki alınan öpücüğe bağlaması da problemli bir anlatı yaratıyor. [2]Grimm Kardeşler’e bakılacak olursa, Prenses kurbağaya öpücük vaat etmiyor. Hikayenin cinsel alt-metin olarak yorumlanabilecek başka bir kısmı var, o da kurbağanın prensesin yatağında yatmayı talep etmesi. Hoş, Kral Arthur romanslarına aşina olan biri, saray edebiyatında yer alan cinsellikten arınmış aşk hikayelerini, evli olmayan sevgililerin birbirilerine dokunmadan birbirilerini yıllarca sevdiklerini, bir şövalyenin başka bir kralın karısına aşık olabileceğini ve bunun onun onurunu lekelemeyeceğini bilir. Bu tartışma bir yana, Sezer, kurbağanın değişimini zoraki alınan öpücükten kaynaklandığı versiyonu o kadar fazla ön plana çıkarıyor ki işin tartışmayı hak eden ve cinsel alt-metin kurulabilecek esas önemli tarafı kayboluyor. Grimm versiyonunda kurbağayı değiştiren prensesten aldığı öpücük değil. Akşam herkes odasına çekilince kurbağa prensesin yatağında yatmak istiyor, aksi takdirde kızı babasına şikayet edeceğini söylüyor. Sabrı taşan prenses kurbağayı bacağından tuttuğu gibi duvara fırlatıyor ve karşısına yakışıklı prens çıkıyor.

Bruno Bettleheim bu hikayeyi kız çocuğunun büyüyüp cinselliği kabul etmesi, anima ile barışması olarak değerlendirmişti. Duvara fırlatma eyleminin yerini ne zaman öpücüğe bıraktığı muhtemelen ilginç bir çalışma konusu olurdu. Sezer kitabın sadece bir yerinde, sonda masalların tamamını anlattığı kısımda prenses kurbağayı öpmek zorunda kalmış derken “kimine göre sinirlenip duvara fırlatmış” cümlesini kullanıyor. “Kimi” dediği Grimm Kardeşler olsa gerek, yani muhtemelen yüzlerce yıldır anlatılan masalı derleyip yazılı hale getiren kişiler. Bu anlatım tipi, zannımca çalışmanın bütününe zarar veriyor. Kurbağa Prens’in Sezer’in iddia ettiği “Direnmeyi bırak sen de seveceksin” [3]mesajını verip vermediği bir yana, Pamuk Prenses’in temizlik yapmayı becermesini gerçekçi bulmayan Melek Özlem Sezer’in herhangi bir prensesin babasının istediği daha doğrusu devlet çıkarlarının gerektirdiği bir adamla evlenmekten başka bir çaresinin olduğunu düşünmesi ya da bu anlamda yorumlanabilecek ifadeler kullanması diğer yana.

Cadıyı Fırına Kim Attı?

 Sezer kitabında Hansel ve Gretel masalı üzerinde dururken Tommy Wirkola’nın 2013 yılında gösterime Hansel ve Gretel Cadı Avcıları filminden bahsediyor. Filmdeki hikayeye göre Hansel, cadı tarafından kafese kapatılıp şeker ve pastayla beslendiği için şeker hastası olmuştur. Buna karşın, Sezer’in ek kısmında yer verdiği Hansel ve Gretel hikayesi ise epey vahim bir hata içeriyor. Masalın hangi yazılı veya görsel sinematik versiyonuna bakarsanız bakın, kesin olan bir şey vardır: Yamyam cadı, semirsin diye Hansel’i kafese kapatır, Gretel’i ise ev işlerinde kullanır. Sezer, sondaki ek kısmında cadının Gretel’i kafese kapattığını, Hansel’i de dışarlık işlerde kullandığını yazıyor. Bu versiyonun nereden görüldüğü veya okunduğu ise merak konusu.[4]Oysa yazar, masalın aslı ile ilgili pek çok bilgiye vâkıf, hikayede çocukları ormana terk etmeyi öneren kişinin öz anne olduğunu biliyor.[5]Masaldaki ebeveynlerin davranışlarını sorgulamaya devam ediyor: “Hangisi daha kötü acaba çocuklara cadı tarafından uygulanan fiziksel şiddet mi, yoksa ebeveynlerin çocuktaki güven duygusunu yıkan duygusal şiddet mi? Belki de bizim bunlara bilinçsizce ortak olmamız…”[6]

Gretel Cadı’yı fırına iterken, Theodor Hosemann

Bu hikayeyi “Hansel bir tekmeyle cadıyı içeri atıp fırını kapatmış” diye anlatmak bir şey, Gretel’in “Fırının içine gir de bak ısınmış mı” diyen cadıya “Nasıl gireceğim ki” diye saf numarası yapıp cadıyı fırına girmek konusunda kandırması ve fırını kapatması başka bir şey. Maço olmayan, tamamen çocuk aklı ve sağduyusuyla çözülmüş bir hikâyeyi maço bir anlatıya çevirmek bana doğru bir tavır gibi gelmiyor. Çocukken evden işe gelip bana masal anlatan annem sayıklayınca onu düzeltir “Doğru anlat.” derdim. Bu yazıyı kaleme alırken sık sık başvurduğum Marie-Louise von Franz sayesinde fark ettim ki, o zamanlar çocukça bir inatla gösterdiğim bu davranış, aslında masal edebiyatının tipik bir özelliğini yansıtıyormuş: Geleneksel toplumda (ve belki aslında bugün de) masal anlatmak karşılıklı bir iştir, anlatan olduğu kadar dinleyen de vardır. İnsanlar masalları bildikleri şekilde duymak isterler. [7]Sezer’in masal aktarımına da çocukça bir “doğru anlat” tepkisiyle yaklaşmam ve mutlaka Gretel’in cadıyı fırına itmesini istemem belki de bundan kaynaklanıyor. Elbette, yoksulluk ve açlıkla mücadele eden ebeveynlerin çocuklarını terk ettiği başka masallar da vardır. Tüm bu masallarda çocuklar tek başlarına hayatta kalmak zorundadırlar. Belki de sorgulamamız gereken çocuklara, ebeveynlerini veya yetişkinleri her zaman güvenilecek, onları her türlü kötülükten koruyacak kişiler olarak göstermenin doğru bir tavır olup olmadığı. Ya da günümüz dünyasının geçmişteki dünyadan daha az veya daha çok zalim olup olmadığını sorgulayabiliriz. Geçmiş, insanların ölüme ve şiddete bugünden çok daha fazla aşina oldukları bir dönemdir. Ama bilimsel olarak ne kadar ilerlemiş olursak olalım, ölümü ve şiddeti sıradanlaştırabileceğimiz bir an gelir ve bazen de yıllarca süregider.

Bütün bunlarla varmak istediğin sonuç nedir diye soranlara varmak istemediğim şeyler üzerinden bir şeyler söylemeyi tercih edeceğim. Yüksek lisans yaparken tanıyıp çok sevdiğim bir hocamın benimsemeye çalıştığım bir tavsiyesi geliyor aklıma: “Akademik bir çalışmada neden böyle düşünüyorsun diyemeyiz ama kullanılan metot üzerinden bir şeyler söyleyebiliriz.” Hiç kimsenin masallara Darnton, Von Franz, LeGuin veya Bettelheim gibi yaklaşmak zorunluluğu yok. Değerlendirmeye çalıştığım kitabın yazarı, çok bilinen ve anlatılan masalların farklı kültürlerde nasıl anlatıldığı üzerinde durmuş, psikoloji, tarih, edebiyat, antropoloji gibi farklı branşlardan yararlanmış. Ama işte böyle bir çalışmada masalların hatalı bir biçimde anlatılması da, masal kahramanlarına tip değil birey olarak yaklaşılması ve davranışlarının normal insan gibi değerlendirilmesi de benim gözüme batıyor.

Varmak istemediğim ikinci sonuç ise çocuklara neyin iyi geleceği. Bu durumda haklı olarak ukalalık ettiğim söylenecektir. Muhtemelen “Çocuğun var mı, anne olmadan bilemezsin.” lafını yedikten sonra otururum aşağı. Çocuğum yok, ama ben de çocuk oldum, kendi hayatım üzerinden belli çıkarımlar yapabilirim. Çocukken her türlü masalı okudum, bugünkü ebeveynlerin hoşlanmayacağı, ben çocukken ebeveyn olanların da muhtemelen çok bayılmadıkları Voltran, Clementine gibi çizgi filmleri izledim. İzlediği okuduğum şeyler, bir dönem cadılardan korkmak dışında bende belli bir travma yaratmadı. 38 yaşındayım, çocukken okuduğum masalların, izlediğim filmlerin bende ilerleyen yıllarda travma yaratıp yaratmayacağını şimdiden bilemem. Sadece şunu söyleyebilirim: Masalların pek çoğu aslen çocuklar için anlatılmamıştır ancak bu durum çocukların onları anlayamayacakları anlamına gelmez. Son olarak G.K. Chesterton’a atfen eklemek istediğim bir şey var: “Çocuklara öcü fikrinin varlığını aşılayan masal değildir. Ama öcüyü yenmenin mümkün olduğunu çocuğa masallar anlatır.” Kim bilir, belki çocuğa öcüyü yenmenin bazen mümkün olmadığını, ama buna rağmen hayatın devam edebileceğini anlatmak da o kadar kötü bir fikir olmayabilir.

Yazı dizisi şimdilik bu kadar. Ama kim bilir, zaman içinde yeni şeyler eklerim belki. O zamana kadar, şans sizlerle olsun.

[1]Giambattista Basile, Stories from Pentamerone, https://www.gutenberg.org/files/2198/2198-h/2198-h.htm#chap29.
[2]Sezer, a.g.e., s. 28.
[3]Sezer, a.g.e., s. 34.
[4]“Cadı her gün kıza sıska kaldığı için bağırıyormuş”Sezer, a.g.e., s. 212.
[5]Sezer, a.g.e., s. 59.
[6]Sezer, a.g.e., s. 61.
[7]Marie Louise von Franz,Archetypal Patterns in Fairy Tales, Toronto, Inner City Books, 1997, s. 13.

Bu yazı, "Masal Okumaya Devam Edebilecek Miyiz?" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar