Rashomon: Gerçekliğin Göreceliliği Üzerine

Usta yönetmen Akira Kurosawa’ya Venedik film festivalinde büyük ödül Altın Aslan’ı kazandıran 1950 yapımı Rashomon filmi, “Ormanın Sıklığında” ve “Rashomon” öykülerinin birleşimine yapılan ekleme ve düzeltmelerle ortaya çıkmış, senaryo anlamında karma bir eserdir.

Rashomon, esas olarak büyük geçit ya da kale/şehir kapısı olarak dilimize çevrilebilir. Zaten olay döngüsünün hikaye olarak başladığı nokta da yağmurdan kaçan iki yabancının harap haldeki bir şehir kapısına sığınmasıyla başlar. 18.yy da yıkılan Kyoto’nun “Rajōmon” kapısı filmde geçen yapının esin kaynağı kabul edilir.

Film esas olarak ormanda ilerleyen bir çiftin karşılaştığı civarın ünlü haydutu Tajomaru’nun adamı kandırarak alt edip bağlamasını ve ardından adamın gözlerinin önünde karısı olduğu anlaşılan kadına tecavüz etmesi üzerine gelişir. Buraya kadar olan kısımda tüm şahitler görüş birliğindedir. Biz bunları tarafların hakime olayları anlatırken orada olan kişilerden dinleriz. Kafa kurcalayan kısım bundan sonrasını olayın tüm taraflarının farklı bir şekilde anlatmasıdır. Sırasıyla haydut, kadın ve medyum vasıtasıyla ölen adam ayrı ayrı olanları anlatır. Biz her anlatımda olayları aynı kişilerle tekrar izleriz. Ancak her şahit kendi üzerindeki sorumluluğu inkâr etmesi gerekirken hepsi açık bir şekilde ya da ima yoluyla adamın kendi eliyle öldüğünü söyler. Her anlatım o kadar gerçekçidir ki, biz her anlatımda işte doğru olan bu deriz bir süreliğine dahi olsa.

Neden insanların suçu kendi üzerine aldığını sorguladığımızda ise şunu fark ederiz ki bu kişiler için onursuz bir yaşam, korkakça bir kılıç düellosu veya maruz kaldığı kötülüğün iki erkek tarafından bilinmesi gibi çok daha kötü şeyler vardır. Bu kötülükleri gizlemek için katil olmayı kabullenmekten geri durmazlar ve hatta Kurosawa’nın muhteşem anlatımıyla hissederiz ki, bu kişiler anlattıklarına kendileri de inanmaktadır.

Haydut Tajomaru dengesiz ruh haliyle mahkemede olanları anlatırken…

Filmin geri kalanının işleyişine dair bize ipucu verircesine gördüğümüz açılış sahnesinde yabancı “Anlamıyorum” der. Biz ise kendimizi bu sekansla birlikte anlamamızın mümkün olmadığı ve aslında olayı çözmemizin hiçbir şeyi açıklamadığı bir hikâyenin içinde buluruz. Tam üç anlatım arasında karar vermemiz beklenirken geçite sığınan adamlardan biri mahkemede söylediğinin aksine olanları gördüğünü söyleyerek aynı olayları bir de kendi bakış açısıyla anlatır. Onun anlatımında diğer hikâyelerden farklı olarak her üç kişi de onurunu kaybetmiş dengesiz ve korkak karakterler olarak resmedilir. Biz doğru olay akışının bu olduğunu düşünürken son anlatıcının mahkemede yalan söylemesini ve cinayet silahı hakkındaki çelişkili açıklamalarını oradaki dinleyici yüzüne vurur ve anlarız ki bu anlatımın da içine yalan karışmıştır.

Neticede senaryo, anlatılan farklı olay örgülerinden herhangi birinin tarafını tutmamıza mani olur ve her seferinde yanıldığımızı kendi kendimize itiraf ettirir.

Film, renkli olsa 1950’de çekildiğine hiçbirimizin ikna olamayacağı kadar dinamik çekimler ve yeni tekniklere sahip bir başyapıt olarak karşımıza çıkıyor. Gerçeğin göreceliğini simgesel yollar ile sorgulayan eser, seyirciye cevabı vermektense soru sormanın hazzını yaşatmayı amaçlıyor. Bu sebeple doğru cevabı hiç alamayız. Vardığımız nokta ise yalnızca “Acaba doğru bir cevap var mı?” sorusu olur. Ve aşağıdaki söz üzerine ilerler;

“İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak isterler. Böylesi daha zahmetsizdir.”

Duygu geçişlerini daha derinlemesine anlayabilmemiz için yönetmen dönemi için görülmeyen bir şekilde dört yüzün üzerinde plan kullanmıştır bu yapıtta. Her detayı detay sahibinin gözlerinin içine bakarak görürüz ve bu şekilde dahi izleyici olarak film boyunca verdiğimiz kararların çoğu yanlış çıkar. Bunu fark edemememizin asıl sebebi de tabi yine kişilerin kendi yalanlarına kendilerini inandırmalarıdır.

Filmdeki kamera kullanım tekniklerine bir örnek.

İlk defa güneşe doğru tutulmuş kamera çekimini bu filmde görürüz. Gölgelerin ve ışıkların kullanılması ise kişilerin yüzüne tutulan ışık vasıtasıyla sağlanmıştır çoğu zaman. Kişi hakkında olumlu düşünmemiz gerektiğinde bu ışığı görürüz. Bilinçaltımızın yüzü aydınlık olan kişiye yüzünün yarısı loş ışıkta olan kişiden daha fazla güvenecek şekilde çalıştığını yönetmen çok önceden keşfetmiştir. Bunu da ustaca kullanmaktan geri durmaz. Bunun dışında mahkeme esnasında anlatıcıların köşede çerçevenin içinde olması gibi detaylar bizim hikâyeden veya anlatıcılardan kopmamamızı sağlar ki bu denli ince sanatsal dokunuşları yeni nesil filmlerin birçoğunda bile hala görmüyoruz.

Güneşe tutulmuş kamera sekansı ilk defa bu filmde geçmiştir

Dönemine göre iki kat daha fazla kullanılan planlar, kafa karıştırıcı sorgulayıcı senaryo ve bulunduğu kültürün ağır izlerini taşıyan yapım (geleneksel bir ahlak anlayışına sahip kadın gibi) üretildiği dönemde Japonya’da takdir görmesine rağmen uluslararası arenada çok fazla başarılı olamayacağı öngörülmüştür. Bu öngörüyü yıkıp filme Venedik’te Altın Aslan’ı kazandıran ise senaryo kadar büyük oranda yukarıda bahsettiğimiz yönetmenin seyirciyi hikâyenin odağında tutmayı başaran çekim teknikleridir.

Kurosawa’nın sinemadaki geçmişini ve bakış açısını incelediğimizde de zaten sanatçının kendi kültürüne sıkı sıkıya bağlı olarak Dünya’nın gözü önüne çıkmayı temel ilke olarak benimsediğini görürüz.

Varlık-yokluk, ışık-gölge, sakinlik-şiddet gibi tezatlık içeren kavramlara film boyunca göndermeler yapılır. Bunun en belirgin örneği sağanak yağmur yağışıyla başlayan filmin tüm olumsuz akışına rağmen hala umut olduğunu anlatmak istemesi ve filmin sonunda gökyüzünün güneş açmasıdır. Sonunda umut verici bir mesaj verme kaygısıyla yapılmış bu eklentiyi 1900’lü yılların ortalarındaki dönem seyircisi beklentilerinin filme yansıması olarak yorumlayabiliriz. Zira esin kaynağı olarak alınmış her iki yazılı eserde de bu sondaki gibi bir ayrıntı bulunmamaktadır.

Işık ve gölge kullanımlarına filmden bir örnek

Netice itibariyle film sona erdiğinde kimi sekansların nispi uzunluğundan sıkılmadıysak kendimizi açılışta konuşan adamlar gibi “Anlamıyorum.” derken buluyoruz. Ama zaten yönetmenin amacının da anlamamızı sağlamaktan ziyade herkesin hata ve kusurlarını gizleyebilmek için nasıl yalan söyleyebileceğini bize göstermek olduğunu fark ediyoruz. Neye inanacağımız ise hiç fark etmemekle beraber tamamen bize bırakılmıştır.

Not: Filmdeki medyum karakteri bir korku figürü olarak düşünülmemiş olmasına rağmen hayli ürpertici ve zihinde iz bırakan oyunculuğuyla gayet etkileyici.

Bu yazı, "Ünlü Yönetmenlerden Sinema Klasikleri" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar