Değişmeyen Savaşlar XX: Yıllar Sonra The Witcher (2007) ile Vizima’yı Gezmek

Edebi niteliği hakkında yorumlar çeşitli olabilir, ancak Andrzej Sapkowski‘nin uzun soluklu fantezi serisi The Witcher‘nın popüler kültürdeki yükselişi kesinlikle saygıyı hak ediyor. Yerele bu kadar tutunmuş bir serinin keşfedilip evrenselleşmesi, hatta kendi furyasını yaratması çok da karşımıza çıkan bir durum değil. Üstelik bu keşfi hızlandırması planlanan ilk sinema/televizyon uyarlamalarının ciddi başarısızlıklara dönüştüğünü de unutmamak gerek. Neyse ki; 2000’lerin başında görsel sanatlarda yüzü gülmeyen serimiz, saklı potansiyelini oyun dünyasında gösterme imkanı buldu.

CD Projekt Red‘in bütçesi kısıtlı, ancak oldukça tutkulu oyunu The Witcher nasıl bir şeytan tüyüne sahiptir bilinmez, ancak hikayesini iki devasa RPG ile devam ettirmekle kalmadı. Bir yandan da kart ve macera oyunları ile evrenini görünür ve güncel tutmasını bildi. Sonrasındaki süreçte yeni bir uyarlama çalışması kaçınılmazdı,  Henry Cavill’li Netflix serisi de bu görevi tamamladı.

Serinin Amerikan televizyonuna resmi girişi ile görünen o ki seri daha da genişleyecek, belki de Game of Thrones‘un finaliyle boşalan fantezi tekelinde bir süre söz sahibi dahi olacak. Peki kaçımız ilk oyunu biliyor? İtiraf etmem gerekirse ben bilmiyordum. İkinci sorum ise şu, ilk oyunu oynamış iflah olmaz The Witcher tutkunlarından kaçı bu oyunu güzel hatırlıyor? Sayının yüksek olduğunu tahmin etmiyorum. Buna rağmen itiraf edemezseniz de sorun değil, 40 saatlik oyun sürecimin sonunda ben de The Witcher hakkında ne diyeceğimi tam olarak bilemiyorum. 2000’li tarihlerde yapılmış, aynı anda hem en iyi hem de en “berbat” RPG oyunundan bahsediyor olabiliriz; kesin bir yargıya varmak kolay değil. Aynı oyunun kendisi gibi.

His Name was Geralt of Rivia…

The Witcher, artık serinin ikonik yüzü olmuş olan Rivialı Geralt’ın yaşadığı hafıza kaybından birkaç hafta sonrasında başlar. Kendisi gibi bir grup witcher (bu mesleğin artık kendi özgün terimiyle anılması gerektiğini kabul etmeliyiz, Türkçe’ye çevirmeyi denemeyeceğim) tarafından bulunan Geralt, bir süre meslektaşlarıyla vakit geçirmeye karar vermiş, hafızasını toparlamaya çalışmaktadır.

Grubun Salamander isimli gizemli bir çete tarafından saldırıya uğraması hikayemizin itici gücü olur. Salamander çetesi Witcherların onları üstün kılan formüllerini ele geçirmek ve bunları kendi çıkarları için kullanmak istemektedir. Grup saldırıyı bertaraf eder; ancak bir kısım formülün çalışmasına ve bir yoldaşlarının öldürülmesine engel olamaz. Geralt bu noktadan sonra Salamander’ın planlarını bozmak için Vizima şehrine gitmeye karar verir. Adımları çok belirgin gibi gözüken bu görev, Vizima’nın surlarından girildikten sonra karmaşıklaşacak, beyaz saçlı kahramanımız iyinin ve kötünün net olmadığı topraklarda “daha az kötü” olan seçimler yapmak için çaba sarf edecektir.

Sapkowski’nin Avrupa mitolojilerinden harmanlayarak yarattığı evrenin detaylarına çok girmeyeceğim. Çoğu fantastik evrenin ekran karşısında iyice naifleşen uyarlamaları dikkate alındığında The Witcher’ın aslında oyun severlere karanlık ve inandırıcı bir dünya sunduğunu belirtmek gerek. Bizim aldığımız kararları bir kenara bırakalım, oyunun iç dünyasında hakim toplum düzeni, feodal bir orta çağ toplumundan bekleyeceğimiz türde. Şiddetin her türlüsü (cinayet ve tecavüz dahil) öyle ya da böyle The Witcher’da karşımıza çıkarılıyor. İnsan olmayan ırklara duyulan nefret de cabası. Ne var ki bu anlara denk gelmek kadar bunları kaçırmak da çok kolay. Oyunun NPC ve diyalog çeşitliliği öyle geniş ki, çok kritik bilgileri en beklenmedik yerlerden öğrenebiliyor; kritik olmayan ancak hikayeyi renklendirecek olanları ise tüm bu karmaşada kaçırabiliyorsunuz.

Oyundaki bu belirgin yetişkin içeriğin herkesi tatmin edeceğinden ise emin değilim. Game of Thrones’lar ile bolca haşır neşir olmuş bir nesil için The Witcher’ın sundukları (eğer külliyatın hayranı değilseniz) çok fazla değil. Ancak akılda tutmak gerekir ki 2007’de çoğunluğun hayatına Game of Thrones girmemişti, bu sebeple The Witcher’ın oyun dünyasında yapmaya çalıştığı şeyin takdiri hak ettiğini söylemek gerek.

Zalim Dünya, Zalim Kontroller

Atmosfer ve hikayede takdir edeceğimiz ne kadar çok şey varsa, oynanışta da yakınabileceğimiz o kadar şey var. Witcher’ın oyuncuya sunduğu dövüş ve karakter geliştirme sistemleri o kadar alışılmadık ki oyuna karşı tüm hevesinizin ilk birkaç saatte yok olması olası. Gerçek anlamda sıfırdan bir karakter yaratmadığımızı ve oyunda sadece en iyi donanıma sahip witcherı yaratmaya çalıştığımızı açıkçası çok geç idrak ettim. Oyun aslında size bu açıdan bir özgürlük sunmuyor, bilakis bu evreni tanımak istiyorsanız sadece tek bir karakteri denemeyi göze almak zorundasınız. Witcherlar büyü ve kılıç ekollerinin ikisine de hakim olduğundan aslında tecrübeleriniz çeşitli olacaktır, ancak bunu ilk başta algılayamıyorsunuz.

Dövüş sisteminin benden istediklerini anlamak ise inanın tahmin ettiğimden uzun sürdü. Üçüncü şahıs kamerasına yönelik tasarımına rağmen The Witcher aslında mouse kontrolünde bir dövüş sistemine sahip. MMORPG geçmişi olanların hemen alışabileceği, tek kişilik oyunseverlerin ise o dönem çok denk gelmedikleri bir sistem söz konusu. Düşmanlara karşı saldırılarımızın bir stratejisi olması için zamana ve ritme bağlı bir tıklama mekaniği var, ayrıca düşmanın cinsine bağlı olarak dövüş stilimizi ve kullandığımız kılıcı değiştirmemiz gerekebiliyor. Şu an yapılmaya çalışılanı anlayıp takdir ediyor olmama rağmen uzunca bir süre oyunun takip ettiği bu sistemi gereksiz karmaşık bulmuş ve yadırgamıştım. Bu konuda yalnız olmadığımı da sonradan öğrendim. Pek çok oyuncu için The Witcher, ilk birkaç saatin hezimetle sonuçlandığı ve daha da ötesine gidilemeyen bir deneyim.

Geçmişin Esintileri

Aslında kendine has ve oyuncuyu kısıtlayan RPG denemeleri 2000’lerin çok da yabancı olduğu bir şey değildi. Özellikle Avrupa stüdyoları, çeşitlilik v özgünlük katacağı düşüncesiyle en temel mekaniklerin bile yeni baştan oluşturulduğu oyunlara bolca girişiyorlardı. Mesela Alman şirket Piranha Bytes‘ın 2001 tarihli ilk oyunuyla başlayan Gothic serisi bunun en net örneği sayılabilir. Ne var ki bu yenilikçi tavır çok da geniş kitlelere seslenmiyor, azimli bir hayran grubuyla kısıtlı kalıyordu. The Witcher gibi sonrasında katlanarak büyüyen başka bir örnek yok.

Açıkçası ben The Witcher’ı ancak kafamdaki RPG algısını köşeye koyup eski tip bir aksiyon-macera oyunu oynadığımı düşündüğümde sevebilir oldum. 1990’ların son yıllarında pek çok macera serisi, 3D teknolojilere adapte olmanın da etkisiyle aksiyonla harmanlanmış oyunlara yer vermeye, bu sayede çağa ayak uydurmaya çalışmışlardı. Sierra On-Line‘ın bugün tarihe gömülmüş King’s Quest ve Quest for Glory serilerinin son oyunları, yoğun hikaye anlatımı açısından The Witcher ile şaşırtıcı benzerlik gösteriyor. Özellikle 1998 tarihli Quest For Glory V: Dragon Fire, şirketine maddi olarak ciddi hezimet yaşatmış olmasına rağmen aksiyon-hikaye dengesi açısından The Witcher’a çok yakın bir iş. CD Projekt’in bu oyunlardan doğrudan etkilendiğini söyleyemeyiz; ancak proje ekibinin bu oyun serileriyle büyüdüklerini tahmin edebiliriz.

Peki tüm bu yükselen külliyatın karşısında durduğumuzda 13 senenin ardından ilk The Witcher oyunu oynamaya değer mi? Eğer sizi eğlendirmeden önce belli taleplerle karşınıza çıkan bir oyuna hazırsanız, cevabım evet. Başlangıçta sizi kendine has (hatta “tuhaf” bile denebilecek) yapısıyla sınamasını göze alırsanız The Witcher’dan zevk alabilirsiniz. Aradan geçen onca yıla ve kazanılan şöhrete rağmen anaakım RPG’ye bu seri gibi yaklaşan başka oyun yok. Sadece The Witcher’da tutabilecek, başka bir isim altında infilak edebilecek bir sistemden bahsediyoruz. Bu zorlu eşiği geçebildiğinizde ise Vizima’nın size sunacakları gerçekten etkileyici. Bugünün standartları için bile…

Bu yazı, "Değişmeyen Savaşlar" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar