13. Cuma Neden Uğursuzdur?

Peki bu 13. Cuma’ya nasıl gitti? Az sabredin, oraya geliyorum. Tarikatın bir kaç olmazsa olmazı vardı; ilk olarak sadece en iyi savaşçıları kabul ediyorlardı. Bu şekilde herkese korku saldılar. Peki her üye savaşçı mı olmak zorundaydı? Bağış kabul ederek ilerleyen bir toplulukta, elbette hayır. Lojistiğe ve evrak işine bakan üye sayısı hiç de az değildi. 1139’da resmi olarak tanındıklarında, onlara akan para ve bağış miktarı hızla arttı. Üstelik kuruluş amaçlarına hizmet edecek şekilde, Kutsal Topraklar’a yolculuk yapanları korumanın çok etkili bir yolunu keşfettiler: Bağış ve evrak işlerine bakan üyelerini, Hristiyan Avrupa ülkelerine ve Kudüs’e yakın güvenli bölgelerde oluşturdukları cemiyet binalarına yerleştirdiler. Kutsal Topraklar’ı ziyaret edecek siviller, mal varlıklarını cemiyet binalarına emanet ederek, isimlerine özel yazılıp mühürlenmiş bir kredi mektubu alıyorlardı. Sonra da bu kredi mektuplarını Kudüs’teki ana binada bozduruyorlardı. Böylece, çoğu yük taşımadıkları için soyguncuların hedefi olmaktan kurtuluyordu. Tapınak Şövalyesi denince gözünüzde nasıl bir şey canlanıyor bilmiyorum, ama bu adamlar Orta Çağ’ın bankacılarıydı.

Tapınak Tepesi ve Mescid-i Aksa

O dönemde mal varlığınızı yitirmekten korkan, gözü gibi saklayan bir aristokratsınız diyelim. Bir bakıyorsunuz ki, harika atların tepesinde tozu dumana katarak ilerleyen bembeyaz, lekesiz zırh elbiseleri üzerine işlenmiş kızıl haçları, ışıl ışıl zırhları ve sizin boyunuzdaki silahlarıyla bir grup şövalye beliriyor. Miğferlerinin sorguçlarından, atların toynaklarına kadar üstlerinden karizma akıyor. Sizi korumaya geldiklerini söylüyorlar. Sadece sizi değil, sahip olduklarınızı da. Daha ne istersiniz? Beyaz üzerine Kızıl Haç sembolü bugün aklınıza hastaneleri getirebilir, ama o dönemde insanlar bu şövalyeleri hatırlıyordu.

İcraat kadar imajın da büyük bir önemi olduğunu fark etmiş Tapınak Şövalyeleri, kişisel mal varlığı edinmemek için yemin etmişlerdi, evet. Ama yukarıda saydığım özellikleri sayesinde, Hristiyan ülkelerin bütün soylularının parası onlara akmaya başladı. Yani Avrupa ve Kudüs’ün zenginliğinin önemli bir kısmını yönetmeye başladılar. Usta savaşçıları sayesinde Selahaddin Eyyübi’nin 26.000 askerini perişan ettikleri Montgisard Savaşı’ndaki zaferden sonra, ünleri iyice artmıştı (üstelik sadece 500 kişilik bir kuvvetle yardıma gittikleri halde, 2005 yapımı Orlando Bloom’un oynadığı Kingdom of Heaven’da da geçer bu).

Savaşçıların görevi savaş kazanmaktır, malum. Peki, bir banka ne yapar? Kuşkusuz, paranızı emniyette tutar, hatta paranızı yatırmanız için cazip teklifler sunar. Kimdi bu adamlar? Orta Çağın en korkulan savaşçıları. Peki elektronik şifrelerle metal kasaların olmadığı öyle bir ortamda para en iyi, içinizin en rahat edeceği şekilde nerede saklanır? Şöyle güvenli, kapı gibi adamların koruduğu sapasağlam bir kalede. Peki, bu kadar mı? Hayır, bir bankanın en önemli özelliği şüphesiz kredi vermesidir. “İlki çok iyi oldu ya, bir daha yapalım!” diye zaferle anılmak isteyen kralların Haçlı Seferleri organize ettiği bir dönemde, asker dediğin elbette ağaçta yetişmiyordu, ordu kurmak için para gerekliydi.

Yani, tarikatımıza hatırı sayılır miktarda borçlu olan pek çok soylu vardı. Üstelik, Tapınak Şövalyeleri sadece para alıp satmıyordu. Ellerindeki parayla, tarikatın adına hem Avrupa’da, hem Yakın ve Orta Doğu’da verimli topraklar satın aldılar. Bunlardan gelen ürünlerin kârı çok büyüktü. Bu kârla büyük kaleler ve katedraller inşa ettirdiler. Sakın “Aman bunlar da sıcak paraya doyunca inşaata girişmiş!” diye düşünmeyin, zira o devirde başka bir şey yoktu. Zaten “Kutsal Topraklar’ın en prestijli kuruluşu” için mimarlar, üreticiler herhalde sıraya girmişlerdi. Ne tasvir etmeye çalıştığımı anladınız, değil mi? Dünyanın ilk çok uluslu şirketinden söz ediyorum! Nüfuzlu kralların, yani politikacıların dahi borçlu olduğu çok uluslu bir şirket…

Ancak bu ilk çok uluslu şirketin ömrü sadece iki yüzyıl kadar sürdü. Batık şirketle dolu günümüzde tabii “İnsan daha ne ister?” diyebilirsiniz. Ancak Kudüs’teki karışık durum, Selahaddin Eyyübi’nin Kutsal Şehir’i geri alması, başka askeri Hristiyan tarikatlarıyla sürtüşmeleri ve en son Harezmşahlar’ın ortaya çıkmasıyla, Tapınak Şövalyeleri ana binalarını kaybederek önce Akka’ya (İsrail), sonra da Kıbrıs’a taşınmak zorunda kaldılar. Zamanla o aman vermez askeri yapı da çözüldü ve eski prestijlerini kaybettiler, kendi ana binasını bile elinde tutamayan bir askeri bankaya kim güvenirdi ki?

Benzer Yazılar

Yorumlar