Bembeyaz Bir Suç Draması: Wind River

Hatırlar mısınız bilmem ama, Sicario‘yu incelerken “Kötü filmler nasıl olur bilir misiniz?” diye sormuştum. İşte yine bu soruyu sorduracak kadar ağır, karanlık ve mutsuz ama mükemmel bir atmosfere sahip bir film ile karşı karşıyayız; Wind River.

Filme geçmeden önce size hem yönetmenlik hem de yazarlık görevini üstlenmiş Taylor Sheridan’dan bahsedeyim. Kendisi gerçek olaylardan yola çıkarak suç dramaları oluşturmayı seven birisi. Genelde cennet vatan Amerikanın geri kalmış topraklarının yıldızı kendisi. Çünkü yazdığı ya da Wind River gibi yönettiği çoğu film ABD’in ya kuzeyinde ya da güneyinde geçen ve genelde hep orta kesim veyahut varoşları anlatan hikayeler. Filmi izlerken içimden sürekli “Sicario gibi bir atmosfere sahip bayılıyorum böyle fimlere” deyip duruyordum ki filmden sonra IMDB incelemesi yaparken keşfettim. Yönetmenimiz geçtiğimiz yılların en iyi suç dramalarının yazarı. Hell or High Water, Sicario ve Wind River. Wind River’ı aynı janradaki filmlerden ayıran en önemli özellik ise yıllarca bu tür filmlerin senaristliğini yapan birinin işin sadece kalem kısmında kalmayıp kamera arkasına geçmesi. Bana saçma gelen tek nokta, şans eseri olup da benim Wind River’dan haberdar olmam, nasıl takip etmemişim. Neyse hadi filme geçelim…

Karlar Ülkesi Wyoming

Wyoming olarak bilinen bölgede geçmişte çeşitli kızılderili halklarının yaşadığı biliniyor; Arapaholar, Apsalokeler, Lakotalar ve Şoşoniler bu halklar arasındadırlar. Ancak Avrupalı kaşifler buraya geldiğinde, yalnızca birkaç kabile bölgede bulunuyordu. Bölge İspanyol İmparatorluğu’nun bir parçası iken 1848’de Meksika-Amerika Savaşı bittiğinde Birleşik Devletler’e devredilmiştir. 18. yüzyılın sonlarında Québec ve Montréal’den gelen Fransız-Kanadalı avcılar bölgeye gelmiştir. Sonrasında olanları hepimiz biliyoruz Amerikan şanlı faşist tarihine kazıdığı harika halkalardan bir tanesi gerçekleşiyor ve kıtanın asıl sahipleri mülteci konumuna düşüyorlar filan.

İşte film burada geçiyor, Wyoming’de. Şöyle düşünün; bu adamlar hakikaten Wyoming’de azımsanmayacak kadar fazlalar. Çünkü orada kikanun işleri “Bureau of Indian Affairs” diye bir departman tarafından yönetiliyor. Kızılderili İşleri Bürosu, Amerika Birleşik Devletleri’nde 225.000 km² alandaki federal olarak tanınan 566 kabilede 48.000 kişilik Amerika ve Alaska yerlilerinin eğitim, sağlık ve idaresinden sorumlu, ABD İçişleri Bakanlığı bünyesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin yönetimine ait bir daire. Yine bu adamların arasından seçilen polisler var ki, bu 48.000 kişinin dertlerine baksın ve FBI’ı çok rahatsız etmesin diye.

Film bir avlanma sahnesi ile açılıyor; bu sekansta Wyoming’in harika iklim örtüsü ile karşılıyor bizi. Bembeyaz tepeler ve çayırlar içinde iki kurt gördükten sonra Jeremy Renner’ın canlandırdığı Cory Lambert karakterinin bu kurtları avladığını görüp filme giriş yapıyoruz. Sonrasında bu karakterin doğal yaşamı koruma departmanında çalıştığını ve bulunduğu bölgedeki çiftliklerin korumasını sağladığını anlıyoruz. Cory karakeri filmin merkezini oluşturan bir karakter. Çünkü filmin ilerleyen kısımlarında olay örgüsünün çözülmesinde olayı kendi ile özümseme, kişiselleştirme durumu var.

Film çok içine girmese de Kızılderililere yapılan mülteci muamelesine değiniyor. Aslında değinmiyor da, dokunup kaçıyor diyebiliriz çünkü esas adamımız Cory Lambert bir kızılderili ile evli ve melez bir oğlu, kızılderili bir ailesi var. Kendisi hashoşaf güneyli, ama artık kendini bir yerli gibi hissediyor. Jeremy Renner da bunu hakikaten bize hissettiriyor, tabii derin yazılan karakterin etkisi de çok büyük. Ama hayata geçirebilmek çok daha önemli. Wind River’ın en güçlü yönlerinden biride bu, iyi yazılmış karakterler ve çok iyi oyuncular. Film bir tecavüz hikayesini ve bunu çözmeye çalışan bir FBI ajanı ile korucunun hikayesini anlatıyor kısaca. Fakat işte söylediğim gibi yönetmenimiz zaten atmosfer konusunda deneyimli biri olduğu için bize öyle iç karartıcı, öyle soğuk bir atmosfer veriyor ki; filmi izlerken mutlu olamıyorsunuz ama büyük keyif alıyorsunuz.

Cory Lambert kayın pederinin ahırına dadanmış dağ aslanını avlamak için dağa çıktığında bir ceset fark ediyor. Yanına gittiğinde bunun yakın arkadaşının kızı olduğunu anlıyor ve yetkililere haber veriyor. Yetkililer FBI’a haber verdikten sonra Elizabeth Olsen’ın canlandırdığı Jane Banner adlı ajan sahaya intikal ediyor ve gizemli öykü de burada start veriyor. Yukarıda özdeşleştirdiği için karakterin motivasyonu çok güçlü demiştik. Bu da şundan kaynaklanıyor; bu olaydan dört yıl önce Cry’ninde kızı öldüğü ve aynı şekilde bulunduğu için ve katillerini bulamadığı için olayı normalden çok fazla kişiselleştiriyor. Bu yüzden zaten iz sürme konusunda bir harika olan karakterimiz yanındaki hanım ajan ile avı başlatıyor.

Prodüksiyon?

Konu aşağı yukarı böyle. Şimdi gelelim filme ve içerdiklerine. Bir kere film size iki saat boyunca görsel bir şov yapıyor. Filme katkıda bulunan ve doğal olan aniden başlayıp biten tipiler, bembeyaz karlar ile kaplı Wyoming dağları, bu dağların içinde var olan vahşi yaşam gibi estantaneler ile bir görsel zevk sunuluyor size. Ayrıca snow ski’ler ile yapılan kovalamacalar da insana arabaların o kaba kovalamaca sahnelerinden daha keyifli geliyor.  Prodüksiyon o görmeye alışık olduğumuz filmler kadar şişkin değil. Zira filmin maliyeti on bir milyon dolar gibi imkansız derecede küçük bir maliyet. Açıkçası ben şuna bağlıyorum bunu; günümüzde aynı işin ürünü olup basma kalıp ve şişkin maliyetleri olan kahraman filmlerinden oyuncular da sıkılmış durumda.

Zira bir süper kahraman karakteri ile oyuncu olarak bağınız tuttu mu Hollywood yapımcıları sizin ruhunuzu emene kadar bırakmıyorlar. Yahu artık yaşı küçük oyuncu seçmeye kadar gitti yani iş. Küçük olsun ki daha fazla kalabilsin rolde. Tamam para olarak ikna ediyorlar, ama Dünya’nın hiç bir yerinde şu an “16-17 lerinde olan kayıp nesil” hariç hiç kimse bol paralar kazanmak için bu mesleğe başlamıyor. Ülkemizde çok yok, ama durum hakikaten bu. Bakın Christian Bale’e Batman V Superman’de görünmesi için -ki üstelik rolü o kadar bile değildi Batman karakterinin, kağıt üzerinde Superman 2 olarak geçiyordu proje- görünsün diye 20 dakikasına elli milyon dolar teklif etti adamlar. Dakika başına iki buçuk milyon dolar yani peki Bale ne dedi “Batman filmleri benim için üçleme ile birlikte bitmiştir.” Şimdilerde ise ne kadar bağımsız film varsa orada boy gösteriyor.

İşte Jeremy Renner’lar, Elizabeth Olsen’lar filan bu yüzden on bir milyon dolar gibi basit, ama kaliteli yapımlarda boy gösteriyorlar. Bana göre bir nebze de olsa ruhlarını temizliyorlar. Eskiden; cinayet suç filminden bıkardık. Ben hatırlıyorum çocukken üç tane film janrası vardı; korku, suç/macera, dövüş. Bunlardan basma kalıp filmler çıkartırlardı yok işte bir dedektif psikopat bir katilin peşinde, bir ev yüzyıllardır lanetli içine giren aileye patlıyor filan, uzak doğuda eğitim alan ve hayatı keşiş kalitesinde yaşayan ama ailesini öldürdükleri için yeminini bozan Amerikalı gibi. Şimdilerde çok farklı değil durum arkadaşlar. Herkes arabaların üstünden atlayıp siyahi bir şarkıcı şarkısı fona koyup film çekiyor. Tek fark milyon dolar verip milyar dolarlar kazanıyorlar. Her neyse biraz kafanızı şişirdim, ama şimdilerde çok tek düze olmaya başladı her şey. Her sene bir Marvel, bir DC filminden başka film izleyemiyoruz çekecek olan adamlar da oyuncuların bu filmlerin yüzünden şişkin takvimlerine ayak uyduramıyorlar.

Filme dönecek olursak; Renner ve Olsen’in elektirikleri feci halde tutmuş durumda. Çünkü zaten daha önceden defalarca birlikte çalıştılar. Birbirlerinin jest ve mimiklerini o kadar güzel takip edip karşılık veriyorlar ki, karakterlerin arasında bir yabancılık bulamıyorsunuz. Diğer yan roller ise gerçekten hakkını veriyor. Hele ki gerçek bir kızılderili olan Grahan Green ve son yıllarda enteresan bir çıkış yapan ve hakikaten oyunculuğunu enfes bulduğum John Bernthal çok iyi  tatlar bırakıyorlar ağızda. Hele John Bernthal çok kısa bir rol ile arz-ı endam etmesine rağmen filmi hem dolduran, hem de karakterin kendini sevdirmesine yol açan bir performans sergiliyor. Ben bu herifi The Walking Dead‘de “arkadaşının karısına yürüyen şerefsiz olarak” kodladığım için sevmem baya bir vakit aldı. Ama adam gerçekten çok güzel ve kaliteli bir oyuncu. Netflix nazlanmayı bırakıyorsa yakında Punisher olarak izleyeceğiz zaten.

Eh sevgili Kahramanlar! Çok spoiler vermeden, biraz oraya buraya da sataşarak bir yazının daha sonuna geldik. Wind River görsel anlatımı çok güçlü, oyunculukların üst seviyede olduğu ve olay kurgusu ile bir twist yaratmayan, ama sizi merak ettirip sonunu ve olayın ne olduğunu iple çekmenizi sağlayan bir film. Bu senin sonlarında ki incilerden kendisi hatta. İzleyin, izlettirin hiç pişman olmayacaksınız. Kendinize dikkat edin, olaylara karışmayın.

Yorumlar