La La Land: Naftalin Kokulu Bir Hayran Filmi
Whiplash’in yönetmeni Damien Chazelle’in üçüncü uzun metraj filmi La La Land (Aşıklar Şehri) ilk gösterimini Ağustos 2016’da Venedik Film Festivalinde yaptı ve oradan büyük övgülerle ayrıldı. O gösterimin ardından dünyanın bir çok prestijli film festivalinde de boy gösteren film arkasında sayısız olumlu eleştiri bıraktı. Kimi eleştirmenler filmin bir peri masalı olduğunu ve sinema salonunundan hiç bu kadar mutlu ayrılmadıklarını söylerken kimi de bu retro müzikalin son yılların en iyi işi olduğunu söyledi. Chazelle’in Whiplash öncesinde senaryolaştırdığı La La Land bir müzikal olmakla beraber aynı zamanda ”Hayallerinin peşinden git” mottosunu da benimsemiş bir başarı hikayesi. Oyuncu olmaya çalışan ve klasik filmlerin büyük bir hayranı olan Mia (Emma Stone) ile caz müziğin öldüğünü ve yeniden dirilmesi gerektiğini, eski caz müziğin çok daha iyi olduğunu savunan Sebastian’ın (Ryan Gosling) aşk hikayesini anlatan La La Land gerçekten bir peri masalı mı yoksa bir duygu sömürüsü mü? Gelin bu ödül canavarına biraz daha yakından bakalım.
Özellikle 1950’lerde altın çağını yaşayan müzikal filmler daha sonra şanını yitirmiş ve günümüze kadar da alay konusu olmuştur. Aniden şarkı söylemeye başlayan insanlar ve toz pembe gözüken atmosfer izleyicilere gülünç gözükmüştür. 1978 yılında çıkan Grease ise belki de türün son ve büyük temsilcisi olarak bu fikri bir nebze olsun yerle bir etmişti. Evet, müzikaller hala gülünç ve sıradan duruyordu ancak şunu kabul edelim, Grease hala çok seviliyor. Peki ya La La Land? Demien Chazelle’in klasik filmlere hayran bir sinefil olarak çektiği La La Land tam anlamıyla bir retro güzellemesi. Oyuncu olma çabası içindeki Mia, Ingrid Bergman filmlerini kutsalı olarak kabul ediyor, caz müzik tutkunu Sebastian ise Louis Armstrong güzellemelerinden geri durmuyor. Filmin hemen hemen her yerine iliştirilmiş film posterleri ise bu işin bir hayranın elinden çıktığının göstergesi. James Dean klasiği Rabel Without a Couse’dan tutun, Casablanca filmine kadar uzanan bir saygı duruşu mevcut. La La Land, merkezine özellikle 50’lerin klasiklerini alan bir müzikal. Mia ve Sebastian’ın inişli çıkışlı ama çoğu zaman sevimli gözüken hikayesi ise yıllar sonra hatırlanacak nitelikte, tabi bunun en büyük sebebi Emma Stone ve Ryan Gosling kimyasının oldukça başarılı olması. Daha önce Crazy Stupid Love ve Gangster Squad isimli filmlerde de beraber rol alan Stone ve Gosling ikilisini filmde izlemek oldukça keyifli. Peki ya bu pamuk şeker kıvamındaki hikaye övüldüğü kadar dolu ve taze mi? Maalesef hayır. Kör göze parmak sokar gibi klasik filmlere yapılan göndermeler, 50’lerin kıyafetlerinden ”ilham alınmış” kostümleri ve technicolor tekniği ile çekildiği izlenimini veren sahneler fazlasıyla yapay ve zorlama gözüküyor.
La La Land hem retro bir müzikal olmaya çalışıyor hem de 2000’lerin unutulmayacak aşk hikayelerinden birine dönüşmek istiyor. Bu iki yolda gidip gelişi ise çoğu kez ayağını kaydırıyor. İlk seansında Wes Anderson filmlerinden çıkmış simetrisi ve pastel renkleriyle tam anlamıyla bir müzikal filmi olan La La Land, ikinci seansında renklerin bir anda solması ve hikayenin bir Çağan Irmak filmine doğru kaymasıyla oldukça zayıflıyor. Renklerin solması demişken, filmin yaptığı güzel şeylerden biri sinematografisi. Linus Sandgren’in görüntü yönetimi yer yer gözü yorsa da arka plan yapmak isteyeceğiniz görüntülere imza atıyor. Gözü yoruyor dedim, çünkü kendisi tüm atmosferi göstermek uğruna belli ki çoğu kez geniş açılı lenslerden kaçamamış, haliyle bu da görüntünün bir miktar yorucu olmasına ve perspektifin yer yer bozulmasına yol açmış. Özellikle filmin açılışındaki yenilikten yoksun otoban sahnesi fazlasıyla sığ ve sıkıcı. Bir müzikal filmi olarak La La Land’in en büyük eksiği tam anlamıyla bir müzikal olmayışı. Mia ve Sebastian’ın hayalleri uğruna verdiği mücadeleleri izlediğimiz sahnelerde aniden şarkı söylemeye başlayan tipler gördükçe Chazelle’in anlatmak istediği hikaye bir anda ciddiyetini kaybediyor. Şarkılı ve danslı sekanslar ile hikayenin dengesini tutturamayan yönetmen bir çorbaya imza atmış. İlk ve ikinci seansı ayrı ayrı tatlı olsa da bu karmaşadan maalesef kaçamıyorsunuz. Yani elinizdeki eser ne yüzde yüz bir müzikal ne de drama, görünen sadece müzikal temalı bir Issız Adam hikayesi.