Game of Thrones – Battle of Winterfell (Taktik Analiz)

Game of Thrones 8. ve son sezonu ile karşımızda, hepinizin bildiği üzere de 3. bölümde çoktandır çözüme bağlanmasını beklediğimiz iki konudan biri (1. Night King ve ölüler ordusu nasıl yenilecek? 2. Yedi Krallık tahtına kim oturacak?) artık çözümlenmiş oldu. Öyle veya böyle, iyisiyle kötüsüyle “Winterfell Savaşı” bitti ve ölüler ordusu meselesini kapatmış olduk. Spoiler uyarımızı yapalım ve çok konuşulan, kiminin çok beğendiği, bazılarının ise çok kötü bulduğu 3. bölümü ve bu savaşı taktiksel açıdan biraz inceleyelim.

Genel Kurgu’nun Bozması

Savaşın doğrudan analizine geçmeden önce kısaca dizinin yapmış olduğu kurgu seçiminden biraz bahsetmekte fayda var çünkü diziyle ilgili beklentilerimizi bu yönde şekillendirmemiz gerekiyor. Bildiğiniz üzere G.R.R. Martin, Buz ve Ateşin Şarkısı serisinin 5. kitabı Ejderhaların Dansı’ndan sonra henüz bir kitap yazmadı. Seri için 2 kitap daha planlandığını biliyoruz. Dizi başladığında yapımcıların kafasında nasıl bir plan vardı bilmiyorum ama bir yere kadar kitap sırası ile paralel giden dizi sezonları 6. Sezondan itibaren artık paralel gidemeyeceği kesindi, çünkü ortada bir kitap yoktu.

Artık Martin’in senaryo gücünden mahrum kalan yapımcılar öyle veya böyle bir karar verdiler. Martin görünüşe göre kitaplara yeni karakterler koymaya ve kafasına göre baba kahramanları öldürmeye de devam edecek gibiydi. Yapımcılar bunu istemedi, ortada öyle veya böyle dizinin başında beri kurguları gelişmiş ve bir yere gelmiş karakterler vardı. Kitapta nasıl olur bilmiyorum ama ben örneğin Jon’un Duvar’da gece gözcüsü kardeşleri tarafından öldürüldükten sonra kalkacağını düşünmüyorum. Yapımcılar, böyle bir şey olursa dizinin bunu kaldıramayacağına karar vermiş olmalı. Verilen karar artık hikayelerin bir şekilde sonlandırılması ve fanların “delicesine” bekledikleri olayların gerçekleşmesi oldu; Jon ve Daenerys dizi tarihinin belki de en çarpıcı çifti olacak ve bu iki aşık, önce ölülere sonra da Cercei’ye meydan okuyacaktı.

Özellikle 6. sezondan itibaren Game of Thrones’u “fantastik-tarihsel-politik-drama” kategorisinden çıkarıp “fantastik-aksiyon” çizgisine oturtmakta ve beklentiyi düşük tutmakta fayda var. Ben en azından “Cercei’ye bir ölü getirirsek belki bize inanır.” dendiği andan itibaren dizinin sonraki bölümleri ile ilgili beklentimi en düşük seviyeye indirdim. Artık dizide bence her şeyi görebilirdik; Jon Night King ile anlaşıp, Wildling’leri duvarın güneyine aldığı gibi, ölülere de “Size King’s Landing’i verelim, zaten biz de Cercei’ye düşmanız, kuzeyi rahat bırakın.” teklifini yapsa artık şaşırmazdım.

Winterfell Savaşı Demiştin?

Evet, evet, özür dilerim, bu yazının ana konusu Winterfell Savaşı tabii… Ama tüm bu yukarıdakileri şunun için yazdım, dizi artık kategori değiştirdi. Bölüm gelmeden önce savaşı “Helm’s Deep” ile kıyasladıkları an zaten yapımcıların ne derece bir “hadsizlik” içine girmiş olduğunu görmemiz lazım. Artık dizide ne Eddard Stark’ın kafası kopacak, ne Red Wedding olacak, ne de Jaime’nin eli kesilecekti… Bununla beraber, Robb’un taktiksel zekasını gösteren ancak savaş sahnesi çekilmeyen Fısıltılı Orman Muharebesi gibi savaşlar işlenirken de, sadece orduların birbirlerine girdiği ve “cool gözüken” sahnelerden oluşan savaşlar izleyecektik. Sakın bana “Battle of Bastards” gerçekçiydi demeyin… Birbirine giren atlar ve adamlar, dosdoğru ölüme uçan savaşçılar, Ramsay Bolton’un muhteşem biçimde hoplite düzeninde bile dövüşebilen üstün disiplinli adamları… Kısacası, artık diziden “daha az taktik” ve “daha çok vurdu kırdı” görmeyi bekliyor olmanız gerekiyordu sevgili dostlarım…

Bu kadar yazdıktan sonra artık incelemeye geçebiliriz. Ama olayı anladınız değil mi? Winterfell Savaşı’na artık biraz daha bu gözle bakmak lazım. Ben bölümü, “işte ejderhalı, kılıçlı filan film” kafasında izlediğim için ve sonunda Night King ve ölüler ordusu hikayesi bir şekilde de olsa çözüme bağlandığı için beğendim. Ama tabii ki inanılmaz sıkıntılı taktiksel mevzular var ve bunlardan bahsetmeden de geçemedim.

Not: Yeminle savaşa geçeceğim, söz. Son şunu söyleyeyim; ilk iki bölümdeki Türk dizisi özentisi bakışma, kavuşma, sarılma vs sahnelerini de görmekten nasıl içim sıkıldıysa artık, bu bölümü beğenmemde “oh be kılıç çektiler sonunda” faktörünün de etkisi var sanırım.

Genel Savaş Planı

Hemen ciddileşelim… Night King ve ordusu kapımızda. Kalemizi savunan bir miktar kuzeyli man-at-arms (köylüden bozma savaşçı), Dotraki atlı birlikleri, Lekesizler lejyonu ve 2 ejderhamız var. Karşıda da çoook sayıda ölü savaşçı (wight), en az bir dev, akgezenler (white walker) ve bir ölü ejderha var. Geçen bölüm savaş planını zaten öğrenmiştik. Bran warg güçleri nedeniyle ölü ordusunun en önemli hedefi. Bir şekilde Night King’in Bran’i öldürmeye kendisi bizzat geleceği umuluyor ve bu sırada da “onu savunmasız yakalayıp yok ederiz, sonra da tüm ordusu dağılır” şeklinde bir plan var ortada. Kötü bir plan mı, evet, ama en azından bir plan mı, evet öyle…

Geçen bölüm ordunun erzak sıkıntısı, ejderhalar bir şey yemiyor ve güçsüz düşüyorlar gibi ikmal ve idare ile alakalı problemler anlatılmıştı. Night King’in aslında bir şey yapmasına da gerek yok, yani bu savaşa gerek de yok. Kaleyi kuşatıp herkesi aç susuz bıraksa, üstüne salınan kuvvetleri de rahatça yok etse zaten doğrudan kazanacak. Bir yandan “öyle bir varlığın kibri o kadar büyük ki, kaybedeceğine ihtimal vermiyor, doğrudan saldırıya geçiyor” denilebilir. Diğer taraftan, bu abimiz tamamen akılsız değil, ne zaman ne büyü atacağını, düşmanını nasıl zor duruma sokacağını biliyor. En azından bir süre düşmanlarını süründürüp, ordunun yarısını açlıktan telef edip sonra da saldırıya geçebilir. Ama tabii Night King sonuçta fantastik bir varlık olduğundan ve motivasyonunu tam çözemeyeceğimizden bu konuyu bir hata olarak saymadım.

Bir şekilde orduların savaş düzenine girdiğini görüyoruz. Burada da çok büyük problemler görmedim. İlk baştan surları savunmamalarını eleştirenler olmuş. Ama Winterfell’in çok da büyük bir kale olmadığını unutmayalım. Ayrıca Night King’in nasıl büyülere sahip olduğunu bilmiyoruz, küçük bir alandaki herkesi bir anda yok eden bir büyü ile büyük kayıp vermeyi göze almak ile daha geniş bir alana yayılıp ölülerle ilk andan itibaren birebir savaşmak arasında seçim yapılmış. Olabilir, çok takılmadım buna da.

Dotraki Hücumu ve Mancınıklar

Savaş öncesinde Melisandre ablamız gelip Dotraki’lerin silahlarının alev almasını sağlıyor. Normal ölülerle yani Wight’larla ilgili durum şu; tamamen yok etmek çok zor, ama haliyle parçalara ayrılırlarsa bir şekilde savaşta saf dışı kalıyorlar. (combat ineffective) Bu düşmanları parçalara ayırmak ve kesmek için özel silahlara ihtiyaç yok fakat ateş ile giriştiğimizde kesin ve hızlıca öldürebiliyoruz. Kısacası, ateşsiz zor da olsa saf dışı bırakılabilirler, ateşle ise hızlıca öldürülebilirler. Bu noktada Melisandre’nin neden sadece Dotraki’lerin kılıçlarını büyülediği ve örneğin onların kılıçlarında büyü olmasa ölülerle nasıl başa çıkmayı umdukları soruları hemen akla geliyor ve cevapsız kalıyor.

Dotraki atlıları genel olarak hafif süvari. Yani düşmana doğrudan hücum etmek için değil, yanlardan saldırmak, keşif yapmak ve yorgun düşmüş düşmanı kaçarken onu yok etmek üzerine uzmanlaşan birlikler. Mesele ölüler olunca bu taktiklerin çoğu anlamsızlaşıyor. Bu nedenle anladığım kadarıyla Dany, Dotrakları bir şekilde “reconnaissance in force” amacıyla kullanmak istiyor. (“cebri keşif” şeklinde bir Türkçe karşılık buldum, ne kadar doğru ve yaygın kullanılıyor bilmiyorum) Bu tip bir harekat, hem bir keşif seferi hem de bir saldırıdır. Saldıran kuvvet düşmanın gücünü sınar ve eğer zayıf bir nokta bulduğunu düşünürse saldırıya devam edip orada bir yarma hamlesi yapmaya çalışır. Eğer saldıranlar düşmanın hızlıca yok edilemeyeceğini düşünürse geri çekilip öğrendiklerini, düşmanın konum ve kuvvet bilgisini paylaşırlar. Elbette yapımcılar bunu bu kadar düşünmemişlerdir, bunlar benim biraz zorlama da olsa iyimser çıkarımlarım ve “biraz taktik bilen Dany ve Dotraki’lere komuta ettiğini gördüğümüz Jorah Mormont nasıl bir strateji izlemiş olabilir bu saldırıyı yaparak” sorusuna verdiğim yanıt…

Genel geek camiasında büyük bir kızgınlık var “Dotrakiler öyle harcanır mı, çok saçma” şeklinde. Ama ben Dotraklar’ın yukarıda anlattığım tarzda bir harekat yapmaya çalıştıklarını düşünmek istiyorum. Vurup, sonra geri çekilip, farklı bir noktaya tekrar saldırıp tekrar çekilip bir şeyler yapmaya çalışacaklardı. Ancak işler yolunda gitmedi, ölüler çok hızlı bir şekilde hafif süvarilerin hakkından geldi. Burada ben dizinin aşırı bir mantıksızlığa düştüğünü sanmıyorum.

Dizinin gerçekten aşırı mantıksızlığa düştüğü nokta, mancınıkların en öne koyulup düşmanın onları çok çabuk ele geçirmesine yol açılması. Mancınıklar alevli taşlar fırlatabildiklerinden aslında tüm ordunun en değerli unsurları. Ölüleri hızlıca yok etmenin en etkili yolu bunlar. Bunları surların tepesine, surların içine veya en azından siperin arkasına koymuş olsalar çok daha verimli olurdu. Dizi burada gerçekten çuvallamış… Bir de, o mancınıklar kaç para haberiniz var mı? Mancınık yapmak gerçekten zahmetli ve pahalı bir iştir. Tek bir tanesi bile bir kuşatmanın seyrini ciddi anlamda değiştirebilir. Bu kadar zahmetle inşa edilen bir savaş makinasını hemen ilk yok edilecekler sırasına koymak inanılmaz bir hata.

Not: Mancınıkların bu “zahmetle inşa edilme” yönünü gösteren “Outlaw King” filminde güzel bir sahne var; kral, teslim olan kaleye teslimi kabul ettiğini belirten yanıtı göndermeden önce yine de bir mancınık atışı yapılmasını emrediyor ve “mancınığı kurmak için 3 ay uğraştık, boşa gitmesin” diyor…

Kaleye Çekilme ve Ejderlerin Dövüşü

Ölüler saldırıya geçtikten sonra piyadenin kısa bir direnişini görüyoruz. Lekesizler merkezde konumlanmış, kuzeyliler ise kanatları tutuyor. Sonrasında ise Jon ve Dany ejderhalarıyla ortama giriyor, alevler ölüleri kavururken müttefik kuvvetleri bir soluklanmış oluyor. Fakat bu kısa süreli bir rahatlama sağlıyor zira Night King bir kar fırtınası çıkarıyor ve ejderlerin görüşü kesiliyor. Ölü ordusu yine tüm gücüyle saldırıya geçiyor.

Ölülerle bir süre dövüşse de Jon ve Dany’nin birlikleri artık bunun sürdürülemeyeceğini anlayıp çekilmeye karar veriyor. Lekesizler daha iyi direniyorlar ve kaçanlara yardımcı olmak için bir süre daha dövüştüklerini, kaçış yolunu koruduklarını görüyoruz. Bu sahneler bence fena olmamış, kuzeyliler bile korkup kaçarken Lekesizlerin daha kararlı durduklarını görmek onları anlamak adına önemli. Buz fırtınası nedeniyle yakılamayan siperler ise Melisandre ablamız sayesinde alev alıyor. Siperlerin daha derin kazılmadığından dem vuranlar gördüm, buna takılmadım ama madem mancınıkları hemen harcatacaktınız, o zaman o odunlarla çok daha iyi başka savunmalar kursaydınız…

Daha sonra ejderlerin fırtına içinde kapışmalarını izliyoruz. Burada zaten yorumlanacak pek bir şey yok. O fırtına içinde hiçbir şekilde kendini bağlamamış kahramanların ejderha üstünde savaşması elbette, “Dragonlance” serilerinde ejderlere özel koşum takımı kullanıp onların üstüne savaşan şövalyelere bir kez daha saygı duymamızı sağlıyor. Yine de bu konu nedeniyle diziden not kırmadım.

Kale savunması başladıktan sonra artık işler iyice kötü gidiyor. Ölüler duvara rahatça tırmanıyor ve müttefik kuvvetleri onları geri tutmak için var güçleriyle savaşıyor. Burada gerçekçi olmayan bir diğer unsur var ki “dehlizlere saklanma” mevzusu. Böyle bir kuşatmada birileri savaşmayıp saklanacaksa bu saklanma yeri kesinlikle kalenin altında bir yer olmamalı, mümkünse saklananlar kaleden kaçırılmalı. Savaşmayacak kişiler güneye gönderilebilirdi, böylece kötü ihtimalle kale düşse bile sonrasında kaçmaya devam edebilirlerdi… Dehlizlerde saklandıklarında, ölüler galip gelirse kurtulma ihtimalleri yok. Yine gördüğüm yorumlarda “yeraltı mezarlarındaki ölülerin insanlara saldıracağı akla gelmemiş mi?” sorusu var. Buna ben çok fazla takılmadım, yerin o kadar altındaki ölülerin toprağı kazıp çıkacaklarını akıl edememiş olabilirler, ama kaçmak yerine saklanmak gerçekten kötü bir tercih.

Bunun dışında kale içi dövüş sahnelerinde buradaki umutsuzluk iyi verilmiş. Jon’un, bir yanda Sam’i ölmek üzere görürken bunu umursamayıp yola devam etmesi güzel bir detay. Ancak önüne çıkan ölü ejderha Bran’in yanına Night King’i öldürmeye gitmesini engelliyor. Bu sahneler genel olarak beni memnun etti, içerideki umutsuz kavgayı tüm dehşetiyle gördük.

Ölen Karakterler ve Arya Mevzusu

Dizinin ne kadar kategori değiştirdiğini anlamamı sağlayan son etmen de bu bölümden sonraki “Behind the Thrones” kısmını izlememle oldu. Burada yapımcılar sürekli “dizide neyin daha iyi görüneceğini” konuşup duruyorlar. Jorah Mormont’un ölümüyle alakalı söyledikleri “Jorah için Dany’nin kollarında ölmekten daha iyi bir son düşünemedik.” sözü geldikleri noktayı çok iyi özetliyor. Artık tamamen neyin prim yapacağı ile ilgileniyorlar. Bu adamların derdi kesinlikle gerçekçi ve tutarlı bir hikaye oluşturmak değil, artık tamamen düz Amerikalı fan’ın izlerken “vaaaay süper” diyeceği sahneler olsun derdindeler.

Ana kahramanlardan hiçbiri de muhtemelen bu nedenle ölmüyor. Jaime’yi Cercei’yi öldürürken izlemeye veya onun kollarında ölürken Cercei’nin ağlamasını izlemeye hazır olun. Bu tarz, “ne olsa cool olur” kafasıyla hazırlanmış sahneler bekliyor bizi. Burada artık tutarlı bir analiz yapamıyorum çünkü sonraki kale savunması sahnelerinde gördüğümüz şey temelde hep aynı; zor şartlar altında dövüşen ama ölmeyen ana karakterler ve hemen ölen düz askerler.

Lyanna Mormont’un ölümü de yine aynı. Zaten anlatıyorlar bunu; “bu kıza nasıl iyi bir ölüm buluruz diye düşünürken bu aklımıza geldi” diyorlar. Bu ölümler gerçekçi mi değil mi tartışması yapmanın pek anlamı yok. Çünkü zaten yapımcılar kendileri bunu böyle açıklıyorsa, bize sadece izlemek düşer. Ama bu yan karakter ölümleri ile alakalı beni çok rahatsız eden bir şey yok.

Yapımcılara gömmeye devam edeyim; Arya hakkında da “en güçlü dövüşçümüz, bir sürü ölü savaşçıyı yenebilir ama yine de hepsiyle başa çıkamaz, kütüphaneden saklanarak kaçmak zorunda” gibi bir yorumları var. Yani… Ne desem bilemedim… Arya’yı hiç anlamadıkları her hallerinden belli oluyor. Dizide Arya’yı bildiğimiz bir savaşçı gibi bir sürü ölüyle dövüşürken ve onları yok ederken görüyoruz. Bu kadar iyi dövüşen bir kız neden kütüphanede saklanma ihtiyacı duysun? Orada, Arya’nın koridorlarda öldürdüğünden daha az ölü savaşçı var…

Asıl sıkıntı, kütüphanede saklanmasında değil aslında, koridorda bir sürü ölüyü yok etmesinde. Yapımcılar her ne kadar “işte dövüşen karakter, iyi de saklanıyor” gibi bir bakış açısına sahip olsa da Arya bir savaşçı değil bir suikastçı… Yani bu kız üç tane ölü savaşçıyla bile başa çıkamamalı aslında, onun asıl gücü sessizce ve ustalıkla insan öldürmesi. Her öldürdüğü kişiyi bıçakla kesecek diye bir durum da yok, kiminin içkisine zehir koyar kiminin boğulmasını sağlar vs… Arya’yı bu suikastçı temasından çıkarıp “gizlenmeden de anlayan dövüşçü” kalıbına soktuklarında her şey zaten tepetaklak oluyor.

Arya’nın bence kimseye görünmeden Night King’i öldürmesinde bir problem yok. Kendi evi, her yerini avucunun içi gibi biliyor, Night King’e yaklaşıp son darbeyi vurması kendi içinde tutarlı bir sahne. Ancak bize Arya’nın ne kadar iyi dövüşçü olduğu anlatılacak diye çaba harcanırken, onun aslında bir suikastçı olduğu gerçeği de törpülenmiş oluyor. Bu nedenle birçok kişi “nasıl kimse onu fark etmez” gibi tepkiler vermiş. Bu tabii ki insanların suçu değil, bu kadar sığ bir şekilde karakter farklarını, onların yeteneklerinin farklarını göz ardı edersen olacağı bu…

Son Sözler

Başta da dediğim gibi, en azından Night King ve ölüler ordusu meselesi kapandı. Bol bol dramatik sahne, savaş sahnesi de gördük. Geek camiadan olmayan istisnasız tüm tanıdıklarım da bölümü çok sevmişler. Özellikle de sordum nasıl buldunuz diye, kötü diyen çıkmadı. Bu haliyle yapımcılar istediğini almış gibi. Bizi mutlu etti mi? Eh pek etmedi, ama en azından bakışma ve sarılma yerine artık bir savaş sahnesi izlemiş olduk. Ne diyelim, buna da şükür… Sizlerin de yorumları ve düşünceleri varsa lütfen bunları belirtin… Görüşmek üzere!

Yorumlar