Sherlock: The Abominable Bride – Okuyanla Okumayan Bir Olur mu?

Göze Aşırı Sokulan Sosyal Mesajlar

Hayır, yeterince açık değil, çünkü çoğunluk tarafından tam anlaşılmamış. Abominable Bride’ı yorumlama inceliğini gösteren çoğu kişi, son dönemlerin modası olan kadın hakları temasının Sherlock tarafından da es geçilmediğini, fazla vurgulu şekilde işlendiğini yazmış. Öncelikle, Sherlock Holmes 1800’lerde yazılmış son derece seksist bir adam. Hikayelerde Irene Adler’in onu alt etmesinden sonra dersini alıp susuyor.  Kadınların uğradığı haksızlıkların böyle bir karakterin ağzından dile getirilmesinin zamanı geldi de geçiyordu. Bu başarılı modernizasyon değil de ne?

İkinci olarak, kadınların hepsinin aynı şekilde giyinmesi ve sessizliklerinin anlattığı çok daha derin bir konu var. Kadın istismarına dair çok haber duyuyoruz; darp, cinayet, taciz. Ya duymadıklarımız? Asla duyamayacaklarımız? Bugün çalıştıkları şirketlerde, içki içtikleri barlarda, yemek yemek için gittikleri lokantalarda, Facebook’ta bir tartışmada yaptığı yorumda, gittikleri iş görüşmesinde, oyun oynamak için oturdukları masada sırf cinsiyeti yüzünden taciz edilen ve sosyal ilişkilerine zarar gelmesin diye bunu sineye çeken kadın figürleri de en az bu kadar trajik değil mi? Dahası, bu mesajın “fazla vurgulu” bulunması, rahatsız olanların çıkması bile ne halde olduğumuzu anlatmıyor mu?

Bölüm boyunca ustalıklı görsel mesajların ardı arkası kesilmiyor.

Bölüm boyunca ustalıklı görsel mesajların ardı arkası kesilmiyor.

Kadınların bu istismarı püskürtebilmeleri için büyük bir dayanışma gerekiyor. Sessiz, işini yapan bir kadın ordusunun karşısında ne durabilir? Birlikte çalışırlarsa erkeklere varlıklarını kabul ettirmeleri kolay, çünkü onlar da haksız olduklarının bilincindeler zaten. Ancak bugün birlikte çalışan, çalışabilen kadın var mı? Siz görebiliyor musunuz? Ben pek göremiyorum. Mesela son dönem film eleştirilerine baktığımda, sırf kendi hayatını idame ettirebildiği ve pilotluk yapabildiği için Star Wars’taki Rey’in Mary Sue damgası yediğini görüyorum. Hem de bunu yüksek hassasiyet sahibi feminazilerin dahi yapması, beni şapkamı önüme koyup düşünmeye itiyor. Kendine bakabilen bir kadını bile fazla idealize edilmiş olarak algılamaya başladıysak, durum hiç de parlak görünmüyor.

Emilia Ricoletti ölüyor evet, ama gelin karakteri kaybolmuyor. Burada erkekler kadar kadınlara da laf var. Mesaj çok açık; abartılı bireyselliğinizi bırakın! Çünkü bu bir savaş. Müttefik olmazsanız, yenilirsiniz. Egonuzdan vazgeçip birleşmedikçe daha çok taciz edilirsiniz.

Kadınların haklı olduğu gerçeğini, Mycroft gibi insani duygularını pek açığa çıkarmayan tarafsız birinin ağzından duyuyoruz. Dahası, 19. yüzyılda erkek kılığına girmiş bir Molly Hooper’la (Louise Brealey) çıkıyor karşımıza. Sherlock’un zihin sarayında olduğumuzu unutmamalıyız. Kendini zaman dilimine uydurabilmek için tanıdığı en işe yarar kadınlardan birini erkek kılığına sokuyor, çünkü o dönemde kadınların bu tür işler yapması mümkün değil. Molly’ye ne kadar kötü davrandığının bilincinde aslında. Molly, bugün kastrato kullanılmadığı için erkek kılığına girmiş bayan opera sanatçılarını andırıyor. Yadırgıyoruz, ama aslında bu da bir mesaj. Sayılmak için erkek gibi davranan kadının dramı gözümüze sokuluyor.

Savaşta maskelerin amacı kendini gizlemek değil, bir bütün olmak.

Savaşta maskelerin amacı kendini gizlemek değil, bir bütün olmak.

Yukarıda Mycroft dedim, değil mi? O da hayattan sıkılmış ve çabuk ölmek için sürekli yemek yiyen haliyle çıkıyor karşımıza. Aslında şişman Mycroft, Conan Doyle’un tasarladığı haline çok daha uygun. Kendisi cüsseli bir abimizdir ve Sherlock’tan çok daha zekidir, Sherlock da bunu bilir. Ancak günümüzdeki Sherlock, bundan kaynaklanan psikolojik sorunları daha fazla açık ediyor. Zihin sarayında bir türlü baş edemediği, onunla dalga geçen ağabeyinin üzerinden kendine laf sokarken, Mycroft’un görüntüsünün tüketim toplumuna güzel bir atıfta bulunduğunu düşündüm. Ya da kimbilir, belki de Sherlock onun hakkında “So full of himself!” diye düşündü ve işi mecazdan çıkardı. Bu arada Mycroft’un yeni görüntüsünün çok beğenildiği ve şimdiden üzerine hayran hikayelerinin yazılmaya başlandığını da atlamayalım. Abominable Bride’da beğenmediğim tek şey ise yine Mycroft’la ilgili, günümüzdeki diyaloglarını biraz zorlama buldum.

Eşcinsellik kısmına gelince… bu anlamda aslında dizinin yeni bir mesajı yok, bu ta Conan Doyle’dan yani orijinal serinin yazarından kaynaklanan bir gerçek. Bence Doyle, Sherlock Holmes karakterine aşık ki, bir yazar için son derece doğal karşılanabilecek bir durum. Adamın hisleri, tabii ki Sherlock’u gözünden yazdığı Watson karakterine sirayet ediyor. Watson, Sherlock’a hayranlığını anlata anlata bitiremiyor. Ayrıca 18 ve 19. yüzyıl İngiltere’sindeki centilmen kulüpleri, soylu efendi- soylu aileye hizmet etmeyi prestij sayan aşırı sadık uşak ilişkisinin modernize edilmiş versiyonunu izliyoruz; günümüzde birinin kölesi olmak sadece kendi irademizle yaptığımız bir durum ve inanın çok fazla yapıyoruz, çünkü daha bile yalnızlaştık. İnce nüansı kaçırmamak lazım. Günümüzde her şeyle dalga geçip laf sokmaya meyilliyiz, tabii bu durum karakterlere de yansıyor.

Mesaj çok klasik ve açık: Saplantının kıçına tekmeyi basan yegane şey, daha basit ve sağlıklı bir insandan gelen gerçek sevgidir.

Mesaj çok klasik ve açık: Saplantının kıçına tekmeyi basan yegane şey, daha basit ve sağlıklı bir insandan gelen gerçek sevgidir.

Bunun yanında, Sherlock- Moriarty aşkını işleyen hayranlara yaplan göndermelerden şahsen rahatsız olmadım, bazı yerlerde gerek Moriarty, gerek Watson’la açık açık flörtleşmelerinden de öyle. Sherlock’unki gibi bir kafa yalnız olmaya mahkum ve zihin sarayında Watson aracılığıyla kadınları ve yalnızlığını sorguladığı bir kısım var ki, bu karaktere ilk kez böyle replikler veriliyor. Denk bir zihin gördüğünde kapılması ve unutamaması yeterince iyi yedirilmiş. Moriarty Sherlock’a diyor ki, “Beyninin bir hard-drive gibi çalıştığını sen söylemiştin, ben de virüsüm!” Aşk ve saplantının son zamanlarda yapılmış en iyi tasvirlerinden biri değil mi bu? Eğer hayranları böyle ustalıklı diyaloglarla ihya edeceklerse, hiç karşı değilim. Bu gözler Olicity de gördü yani…

Gelelim bir sonraki en popüler “yoruma”…

Senaryo Çok Inception Olmuş!

Yerli, yabancı her yorum sitesinde karşıma çıkan bir cümle bu. O kadar ki, sanki bütün bir okul aynı gün yazılıya girip birbirinden kopya çekmiş ve “Az değiştirerek yaz!” ilkesine uymuşlar. Gerçi bizim alt/pop kültür siteleri genelde ona da uymazlar ya neyse. Sinema ve dizilerle son yıllarda haşir neşir olan, ortalama 20 yaş grubundaki seyircilerin aklına Inception’un gelmesi normal tabii. Ama her rüya barındıran senaryoya Inception demek? Arkadaşlar, Inception 2010’da çekildi. Sherlock Holmes’ün ilk romanı ise 1887’de yayınlandı. 1887 diyorum bak! Kaldı ki, orijinal Sherlock Holmes eroin ve morfin kullanıyordu zaten. Hatta 19. yüzyıl İngiltere’sinde morfin kullanımı tamamen yasaldı. Sherlock kimyadan anlayan adamdı, bunu düşünme kapasitesini arttırmak için uygun dozlarla alıyor ve bir nevi istihareye yatıyordu. Ancak morfinin günlük hayatta sıradan insanlar tarafından kullanılmasına karşıydı.

Ünlü şelalede yüzleşme sahnesi. Bu noktada cidden ustalığa parmak ısırmaktan başka bir şey gelmiyor elimden.

Ünlü şelalede yüzleşme sahnesi. Bu noktada cidden ustalığa parmak ısırmaktan başka bir şey gelmiyor elimden.

Kıssadan hisse, kimyasal kullanarak düşünme kapasitesini yükseltmek ve bir nevi lucid dreaming (duru görü, berrak rüya) haline girmek zaten çok uzun zamandır hikayelerde kullanılan bir şey? Yine bilinen bir örnek vereyim, From Hell’deki Johnny Depp’in canlandırdığı dedektif.  Ya da, yakın zamanda olmasına rağmen “Mind Palace” deyiminin sık sık kullanıldığı Bruno Heller’ın 2008 yapımı The Mentalist’i. Inception’dan erken çıkmış olmalarına rağmen, bu iki yapımın da ilk aklımıza getirdiği isim Sherlock Holmes değil mi? Kim kimden esinlenmiş? Rüyaya yatmanın karaktere yüklenmiş bir poz olmasındansa, karakterin gördüklerinin kurgulu anlatımı da yabancısı olduğumuz bir şey değil. Inception çok ünlü oldu (hak ediyor da), sıradan seyircinin aklına gelmesi normal, ama yorum sitelerinde bu kadar araştırma yoksunu fikirler görmek insana saç baş yolduruyor. Sherlock’un o güne kadar en büyük düşmanının geri döndüğünü görüp de biraz “yükselip” işi çözmeye çalışması kadar yerinde ve karaktere uygun bir senaryo kurgusu yok. O şartlar altında kendini zorlayıp biraz fazla kaçırması da çok normal. Bu arada %7 doz, Nicholas Meyer tarafından yazılmış The Seven-Per-Cent Solution romanına gönderme. 1974’te yazılan bu roman, Watson’un kaybolmuş dökümanlarından yola çıkarak Sherlock Holmes’ün Sigmund Freud’un yardımıyla uyuşturucu bağımlılığından kurtulmasını anlatıyor. Bir de 1976’da çekilmiş filmi mevcut.

Ayrıca Inception, rüyaları paylaşmak ve bunu getirdiği sorunlar üzerine kuruludur. Rüyalar ve fikirler her insanın kafasında aynı değildir ve dayatıldığında sonu genellikle trajedidir. Oysa Sherlock münzevi bir adamdır, kendi zihin sarayında her zaman tek başınadır. Bunu da bize bölümdeki pek çok şey, özellikle de sondaki atlayış ve geride kalarak onu izleyemeyen üzgün Watson silueti fazlasıyla belirtiyor zaten. Inception ve Sherlock’a hikaye ana fikri açısından baktığımızda zerre ilişkileri yok.

Kıyamam sana...

Kıyamam sana…

Tabii finaldeki belirsizlik kısmını tenzih ediyorum. Kim kimin hayalini kurdu? Günümüzdeki Sherlock mu geçmişi düşündü, yoksa geçmişteki Sherlock geleceği mi tasarladı? 19. yüzyıl Sherlock’unun “Dava nadir başarısızlıklarımdan biri,” demesi ve dışarı bakınca modern dünyayı görmesi kadar karakteri onore eden bir final yapılamazdı. Sherlock Holmes, zamanının ötesinde yaşayan adam, geçmişin ve geleceğin hakimi! Kim, o Raistlin Majere mi dediniz? Hadi canım…

Özetle, adamlar bir alternatif evrenin çok insanı tatmin edebileceğinin farkındaydılar, ama bunu günümüzdeki Sherlock’a bağlayarak daha fazla gaza gelmemize sebep oldular. “Düzensiz hikaye” diyenlere çok aldırmayın, gayet muntazam anlatılmış ve ustalıkla çekilmiş bir bölüm var karşımızda. Hala izlemediyseniz, iyi seyirler! 2017 çabuk gelsin.

Not: Diziyle ilgili beni en eğlendiren yorum, duvağın ardından Moriarty çıktığında Sherlock’un yüz halinin bizim sinemamızdan şu sahneye benzetilmesi oldu.

Yorumlar