2018 Model Bir Kara Film: The Mute

1996-1997 yıllarında şimdi ismini vermeyeceğim bir kanal sayesinde edindiğim iyi kötü bir sinefillik alışkanlığım var. Dolayısıyla bazı yönetmenlerin ismini duyduğumda kafamda ister istemez olumlu imajlar canlanabiliyor. Bunun bazen beni yanılttığı, izleyeceğim filmin alenen iyi bir yapım olduğu ön yargısıyla seyre başladığım ve hayal kırıklığıyla ayrıldığım olduysa da bunun şimdiye dek benim için rahatsız edici boyutlarda olmadığını söyleyebilirim. Ta ki bugüne değin.

Bu yazıda biraz anlatmaya çalışacağım The Mute, benim için maça 1-0 önde başlayan bir film. İlk uzun metraj filminde The Moon gibi bir yapıta imza adan, ikinci uzun metraj filmi Source Code ile Tony Scott’un Deja Vu’su ile aynı kulvarda gördüğüm yegane filme imza atan Duncan Jones’u her ne kadar o hedef kitlede yeralmadığım için Warcraft‘ını atlamış olsam da benim için şimdiden efsane bir yönetmen olarak sayabilmem mümkün. Hal böyleyken Netflix’in Duncan Jones ile bir film için bir araya geldiğini duyduğumda zevkten dört köşe olmamam kaçınılmazdı. Her ne kadar konusuna ilişkin pek bir ipucu vermeyen dağınık bir fragmana sahip olsa da The Mute benim için ilk gecesinde izlenecek filmler arasına girmişti bir kere. Bu filmi gayet sıcağı sıcağına ve olabildiğince olumlu yönlerine odaklanarak yazmaya çalışacağım haliyle, sonra darılmaca olmasın.

The Mute başlıktan anlayabileceğiniz üzere bir kara film. 50’lerde zirvesini yaşayan bu türün kodlarını derinlemesine  işleyen yazımızı okuduysanız iyi bir kara filmi başarılı yapan bazı elementler gözünüzün önünde canlanacaktır. Duncan Jones işte bu kodları geleceğin Almanya’sına işlemiş, cyberpunk soslar ve baharatlar katmış, kahraman olarak alışılmadık bir tipleme sunmuş ve karşımıza The Mute çıkmış. The Mute temel itibariyle gelecekte geçen bir kara film olmak için gerekli her şeye sahip gibi görünüyor.

Konuya geçersek, yakın geleceğin Almanya’sında, çocukluğunda geçirdiği bir tekne kazası sonucu gırtlağı parçalanan, ailesinin de Amiş kökenli olması sebebiyle ameliyatı reddetmesi sonucu dilsiz kalan bir adam merkezinde anlatılan bir hikaye olduğu söylenebilir. Hikayenin arka planında Almanya artık çoğu Amerikalı olan birçok mültecinin yaşam alanı haline gelmiş. Dilsiz barmenimiz Leo’nun da böyle bir ortamda, çalıştığı barda garson olarak çalışan Arap göçmeni bir sevgilisi ve karışanın edenin olmadığı bir hayatı var. Sevgilisi ile geçirdiği bir gecenin ardından yalnız uyanan ve ona hiçbir şekilde ulaşamayan Leo elinden gelen her yolla bu kayboluş olayını aydınlatmaya çalışıyor. Çok da geçmeden sevgilisinin karanlık bir geçmişi olduğunu ve çalıştığı barın çevresinde illegal işler çeviren Amerikalıların bununla ilgili olabileceğini keşfediyor. Lakin ulaştığı sonuçlar hiç de görmek istediği şeyler olmayacaktır.

The Mute’u izlemeye başladıktan bir süre sonra, bilhassa finaliyle bana 90’larda (ve yazının başında kısaca temas edip geçtiğim şifreli kanaldan) izlediğim The Vanishing adlı filmi aklıma geldi. 1993 yapımı kara film/gerilim karışımı bu yapım Jeff Bridges, Kiefer Sutherland ve Sandra Bullock gibi isimleri bir ara getiren yapım izleyiciyi son dakikalarına dek cenderede bırakan bir kurgu yaratıyordu. (Hollanda yapımı 1988 tarihli filmin finalini çarpıcı yapan yegane plot twist’i yok saymasını görmezden gelirsek.) Bu yapım da bir adamın kaybolan sevgilisinin kayboluşunu araştırırken yaşadığı karanlık olaylar silsilesi anlatılıyordu. Duncan Jones’un bu filmi izlememiş olmasının imkansızlığı ve aradaki benzerlikler bir yana, The Mute’un gelecekte geçmesi kurguya sandığınız kadar bir yenilik katmıyor. Aslında filmin daha ciddi sorunları var.

Duncan Jones’ın önceki filmlerinin kredisiyle 1-0 önde başlayan yapım. Daha gelecekte geçen ilk sahnesinde Blade Runner’ın açılış sahnesine bir saygı duruşu yaparak izleyicinin gönlünü hoş ediyor. Lakin bu gelecek hissiyatının devamı gelmiyor. Açılış alt metinsiz ve gelecek tasviri açısından zayıf kaldığından film bir noktadan sonra gelecekte geçen, ama bunun bilimkurgu açısından bir artı taşımayan bir kara film haline geliyor. Dahası filme etki eden karakterlerin sayısı hem çok az, hem de göründükleri süre çok kısa. Hal böyleyken bir süre sonra tüm yük ister istemez başrolümüz Leo’yu canlandıran Alexander Skaarsgard’a biniyor. Fakat onun da bir dilsiz olması hikaye konusunda tüm ipuçlarını figüranlardan, çok kısa görünüp kaybolan yan karakterlerden  yada cep telefonu ekranlarından çıkartmanız gerekiyordu.

The Moon da filmin tamamına yakınında iki karakter ve bir dış ses ile anlatılan bir filmdi. Ama filmin genelinin tek bir kapalı alanda geçmesi sebebiyle bu bir eksi değil, artı haline getiriyordu. Source Code’da da kapalı alan ve defalarca tekrarlanan bir olay akışı söz konusuydu. Yani bu karakter azlığı da bir eksi değil artıydı. The Mute hem zaten sayısı fazla olmayan karakterlerinin rollerini hakkınca anlatamıyor, hem de düşük bütçesini her halinden ele veren özentisiz set dizaynları ve özel efektler sebebiyle inandırıcı olmaktan yer yer uzaklaşıyor.

Alexander Skaarsgard rolü için elinden geleni yapmış. O açıdan zaten oyuncu bir aileden gelen bu ismi eleştirecek bir gedik aramak haddime değil. Benzer şekilde 40 Years Old Virgin ve Ant-Man‘da bir hayli komik rollerde hatırladığım Paul Rudd bu yapımda bir hayli tehditkar ve acımasız bir role bürünerek izleyiciyi (en azından beni) şaşırtmayı başarıyor. Justin Theroux da en azından beni oynadığı diğer filmleri yeni bir bakışla izlemeye yöneltecek bir oyunculuk sundu diyebilirim. Seyneb Saleh göçmen bir aileden gelen ve Almanya’da büyüyen bir oyuncu olmasından ötürü tam da filmin ihtiyacı olan türden bir tat katıyor. Ama sadece bu kadar. Filmin oyunculuklar dışındaki ilerleyişi ve anlatımına olan bakışımızı değişiklikler yaratabilecek herhangi bir başka faktör göremiyoruz maalesef.

Film de hoş hiç bir süpriz yoktu desem haksızlık etmiş olurum. Zaten Duncan Jones’u sevenler filmlerinin aralarında ortak köprüler kurmayı seven türden bir yönetmen olma çabasında olduğunu bilirler. The Moon’da astronotun sabah alarmı olan şarkıyı Source Code’da bir cep telefonu melodisi olarak duyuyorduk. The Mute’da da The Moon’daki astronotumuz olan Sam Rockwell’i saniyelik bir rolde de olsa bir TV ekranında görebiliyorsunuz. Açılıştaki Blade Runner açılış reprodüksiyonunu da saymadan geçmemek gerek. Ama sadece bu kadar. Filmin gelecekte geçmesi ilk bakışta mobil cihazlar ve izleme teknolojileri açısından filme bir çok anlatım hakkı tanıyor. Ama film bunların hiçbirisini kullanmıyor. Bir noktadan sonra film barda robot dansçıların dans ettiği, fast food siparişlerini drone’ların teslim ettiği ama bilimkurgu demeye şahit isteyen bir yapıya bürünüyor. Black Mirror bile aynı temaları bir TV serisinde süresince işleyip muazzam finallere gidebilirken neredeyse 2 saatlik bir filmin bunu yapamıyor olması düşündürücü.

Sonuç

Film çarpıcı bir sona sahip, en azından dürüst olabilirim. Zira The Vanishing’in 1993 tarihli Amerikan versiyonu değil 1988 tarihli Hollanda yapımı orijinalindeki son tercih edilmiş. Yani bir noktadan sonra ana akım hale gelmiş film sonlarına alışmış izleyicilerince farklı şekilde hatırlanacağını söyleyebilirim. Ama o ayrıksı sona karşın, o noktaya gelene değin filmin izleyicisini cezbedecek her hangi bir parlak çıkış yapamıyor. Dahası filmin bir noktadan sonra orijinal bir kurgu olmaktan çıkıp The Vanishing’in gayrı resmi bir adaptasyonu haline gelmesi en azından benim açımdan üzücüydü. Yönetmenin Duncan Jones olması bu hayal kırıklığını en azından benim açımdan acı verici haline getirdi diyebilirim.

Son cümlelere geçersek, bu film hakkında tümüyle kötü diyemem. Ama yönetmenin 3 filmlik filmografisininin izlemiş olduğum ikisinden de geri olduğu açık. Filmi izlememden hemen sonra IMDB’ye girdiğimde gördüğüm 5.5 civarı notu da hak etmiyor demem zor. Eğer beklentilerinizi kısarsanız, bilimkurgu beklentisine girmezseniz bu yapım size bir nebze ortalama bir 2 saatlik seyirlik ve ayrıksı bir son sunabilir. Fakat bu filmi izlemektense önceden en azından The Vanishing’in 1993 yapımı uyarlamasını izlerseniz daha verimli bir seyir keyfi almış olursunuz. Ayrıca filmin ne derece orijinal olduğu konusunda kafanızda bir şeyler canlanır diye düşünüyorum. İyi seyirler.

Yorumlar