Josephine March’ı Neden Bu Kadar Çok Seviyorum?

Beth’in Asıl Derdi

Elizabeth Sewall Alcott, 1858 yılında ölen kız kardeş.

Elizabeth Alcott’un aksine Elizabeth March kızıl hastalığını atlatır ama bir daha asla eskisi gibi olamaz. Nitekim ikinci ciltte iyileşmeyi çok isteyen ama iyileşemeyeceğini bilen biri gibi durmaktadır. Ancak beni esas merak ettiren ve geçenlerde aklıma takılan mesele Beth’in karakterindeki çekingenlik oldu. Beth okula gidemeyecek kadar utangaçtır, kitapta bunun denendiği ancak Beth’in acı çektiği anlatılır. Aile bireyleri, hatta neredeyse Jo hariç sosyal ilişkiden kaçınan biridir üstelik. Buna karşın, yetenekli bir müzisyen olabileceği anlaşılmakta, kendi kendine doğaçlama piyano çaldığı söylenmektedir ve beste yapmaktadır. Sosyal eksiklik müzik zekasıyla birleşince acaba Beth asperger veya otizmden mi mustaripti diye düşündüm ister istemez. Yine de, aşırı çekingenlik dışında bir belirti gösterdiğini söylemek mümkün değil.

Rol Yapma Ouunlarını Kim Buldu?

Dört kız kardeşin sevdiğim diğer bir tarafı da potansiyel geek olmaları. Kendi çaplarında rol yapma oyunu oynamış olabilirler: Charles Dickens hayranı kız kardeşler The Pickwick Papers’da yer alan dört karakterin kimliğine bürünüyorlar.

Kızların pek sevdiği The Pickwick Papers’dan bir sahne…

Haftada bir gün Pickwick Klübü adı altında toplanarak Dickens’ın karakterlerı gibi konuşuyor, gazete çıkarıyor, tartışıyor, yazdıkları hikayeleri birbirlerine okuyorlar. Jo’nun yazdığı kısa oyunları sahneye koyuyorlar. Kitabın başında sahnelenen bu oyunlardan biri yine fantastik bir konuya sahip, biraz şövalyelik romansı niteliği olduğu söylenebilir. Oynadıkları daha doğrusu oyun haline sokmaya çalıştıkları diğer bir şey ise John Bunyan isimli bir yazarın The Pilgrim’s Progress adlı kitabından esinleniyor: “Hacılar” (Pilgrims) oyunu. Gelir sınıfı olarak berbat durumda olmasalar da -başka ailelere yardım edebilecek kadar iyiler hatta- eskiden sahip oldukları lüksün epey altında yaşıyorlar. Ancak bunu Meg hariç hatırlayabilen yok. Bu nedenle bazı konforlardan feda etmeleri, istedikleri bazı şeylere ulaşmak için –bu basit bir kitap, bir elbise de olsa- çalışmaları, beklemeleri ve sabretmeleri gerekiyor.

Hacılar oyununu oynamak da bu sürecin bir parçası. Bunyan’ın kitabını okumadım ama belli ki kız kardeşlere hayatta taşınması gereken yüklere katlanmanın eninde sonunda ödüllendirileceğine dair bir inanç katmış. Nitekim Alcott’u da epey etkilemiş, kitabın “Jo Meets Apollyon” -benim elimdeki çeviride “Jo İblisle Karşılaşıyor” olarak geçiyordu- adlı bölümüne isim babalığı yapan Apollyon The Pilgrim’s Progress’te de yer alan bir canavar. “Meg Goes to Vanity Fair”, “Meg Kibir Sergisine Gidiyor” adlı bölüm de adını aynı kitapta yer alan hayali bir diyardan alıyor. Bu arada satır arasında William Makepiece Thackeray’nin de Vanity Fair (Gurur Dünyası olarak çevrilmişti) romanını bu kitaptan esinlenerek koyduğunu söyleyeyim.

The Pilgrim’s Progress için yapılan çizimlerden biri. Küçük Kadınlar’da sık sık “Yüklerimizi taşımaya devam” ifadesi geçer, o yük bu yük işte.

Hıristiyanca bir sabır gösterme fikri roman boyunca hâkim olsa da “kaderimse çekerim” tarzı bir kabullenişin söz konusu olmadığını belirtmek gerekiyor. İçinde bulundukları durumdan çıkabilmek için çalışıyorlar, para kazanıyorlar ve bu bakımdan kadının çalışma hayatında olması –en azından ihtiyaç dahilinde- garip görülmüyor. Yine de işini pek sevmeyen Meg, Laurie’nin İngiliz arkadaşı Miss Kate ile konuşurken, İngiltere’ye nazaran çalışanların –kendisi gibi mürebbiyelik, ve Mr Brooke gibi özel öğretmenlik yapanların- Amerika’da en azından daha rahat olduklarını anlıyor. Jo ise kitabın ikinci yarısında hem Laurie’den kaçmak hem de yeni bir dünyaya adım atmak için mürebbiye olarak New York’a gidiyor. Jo’nun yazdığı hikayeleri satma çabaları da muhtemelen Louisa May’in kendi ailesini geçindirmek için yazma çabalarıyla örtüşüyor.

Yazar Jo’ya Bakarken

Geçen yıl roman 150 yaşına bastı, ve bu sebeple Vanity Fair dergisinde çıkan bir makalede kitabın etki alanından bahsedilmişti.* Günümüzde halen pek çok kişiye ilham kaynağı olduğu kesin. Ursula K. LeGuin’in de dediği gibi “…kalemi elime henüz aldığım ilk gençlik yıllarında Jo March’ın üzerimde gerçek bir etkisi olmalı. Birçok başka genç kızı da etkilediğinden eminim… Bir model olarak Jo March yazmaya hevesli kızlar için ne anlama gelir?”**

Yazmaya hevesi olan bir genç kız olma yetisini Küçük Kadınlar’ı okuduktan sonra kazanmış olabilirim. Denediğim ilk şeylerden biri Çalıkuşu-Jane Eyre kırması bir hikayeydi; olay Osmanlı Devleti topraklarında geçiyordu ama karakterleri bir tür mash-up yapmayı denemiştim galiba. İsmini hatırlamadığım baş karakter hem Feride hem de Jane’den özellikle taşıyordu. Çizgili kağıtlara el yazısıyla yazıyordum. O dönem sık sık Yeşilçam filmi izlemiş olmak eski İstanbul konusunda bana biraz fikir vermişti. Tabii ki yazdıklarımı kimseye okumadım, belki en yakın bir iki arkadaşım hariç. Kağıtları geri dönüşüme atmış olmaktan dolayı kendime kızgın da değilim.

Uzun bir süreden beri kurgu türünde yazmıyorum, hukuk tarihi alanının bir kurgu olduğunu söylersem farklı bir polemiğe girebilirim ve onun yeri burası değil. Bilimsel alanda da olsa masa başına oturup bir şeyleri yazarak üretmenin insanı çileden çıkarabilen, ruhen ve bedenen yorabilen bir süreç olduğunu öğrenecek kadar uzun süredir yapıyorum bu işi. LeGuin’in Jo ve Louisa’nın hikayesinde cevabını aradığı soruları sormam için henüz erken, ya da bu soruları sormaya hiç ihtiyaç duymadım şu ana kadar. Bir kadın nerede nasıl yazar, çocuk veya yazarlıktan birini seçmek zorunda mıdır, bunun cevabını aramaya çalışıyor LeGuin. Kendi hayatındaki deneyimleri, kadınlara çocuk-yazarlık (kariyer?)den birini seçmeyi dayatan düzeni de sorguluyor. Makalede Jo’nun yazma ateşine tutulduğu, bir iki hafta gözü dünyayı görmeden odasına kapandığı, kendine özgü bir yazma önlüğü giydiği anların tasviri LeGuin için epey kıymetli. Galiba benim için de öyle. Bu satırların önemini bana gösterdiği için de LeGuin’e borçluyum aslında.

Küçük Kadınlar’ın ikinci cildinde roman yazmak konusunda ciddi olan Jo, sürekli deniyor ve para da kazanıyor. Ancak sanat para için mi, sanat sanat için mi ikilemine düşüyor bir süre. Bu arada şunu da görüyoruz: 19. yüzyılda gotik edebiyat çöp kabul ediliyor. Jo’nun yazdıklarından utanması henüz fantastik-korku türünü edebiyat kabul etmeyen bir toplumun yansıması elbette. Yine kitabı hakkında eleştirileri okurken kafası karışıyor. İlk romanını yazdıktan sonra -öncesinde hikaye türünde eserler veriyor- editörden aldığı tavsiye kitabın kesilmesi yolunda:

“Spartalıya yakışan bir kararlılıkla, genç yazar ilk doğanını masaya yatırdı ve bir dev acımasızlığıyla onu kesip biçti. Herkesi memnun etme umuduyla herkesin fikrini almıştı ve masaldaki yaşlı adam ve eşeği gibi kimseye yaranamadı”.

Kendime pay biçmem gerekirse, yüksek lisans ve doktora tezlerinin, bilimsel makalelerin de kesip biçmeleri meşhurdur. Bazen Jo’ya benzer bir Spartalı kararlılığı ile “Eleştiri mühim, karşımdakiler daha deneyimli, bu şekilde daha iyi olacak” demem mümkün mümkün olmasına. Yine de insan ister istemez çocuğunu kesip atıyormuş havasına da giriyor. Jo’nun romanı basıldıktan sonra aldığı eleştiriler daha da beterdir: “Eleştirilerin bana yarayacağını söylüyordun anne, ama umut vadeden bir kitap mı yazdım yoksa 10 Emri birden mi çiğnedim bilmiyorum?”

Jo’nun yazarlık kariyeri Küçük Kadınlar’ın ikinci cildinde sırf kendi keyfi için bir şeyler yazmayı denediğinde ilerler. Bundan önce yazdıkları konusunda Profesör Bhaer’den üstü kapalı bir ders alması, gotik eserlerinden utanıp ahlak dersi vermesi, çocuk hikayelerini deneyip “uslu durmazsanız sizi ayılar yer” tadında mesaj verilsin isteyen sponsorlardan kaçınması gerekecektir. Beth’in yeni ölmüştür ve Mrs March ona yazmasını önerir. Yazdığı başarılı da olur. Sonunda Jo sanatın ne sanat, ne toplum, ne de para için olmadığını anlamış gibidir. Ya da benim bu hikayeden anladığım bu. Mrs March bu durumu “İçinde gerçek vardı… Para veya şöhreti düşünmeden yazdın” diye açıklıyor. Sanat benim içindir demiyor Jo, ama ben onun yerine söyleyebilirim. Aklındakileri dile getirmek için kalemine sarılan kim varsa, hayal gücünü yazıya dökmek için zaman ve enerji harcayan, yazdıklarımızı önce kendimiz için yazıyoruz galiba. Ya da muhtemelen başka birinin zamanında söylemiş olabileceği gibi, “Yazmazsak olmazdı.”

Yazma meselesi LeGuin’in hatırlattığı üzere Küçük Erkekler’de unutulmuş gibidir ama Jo’nun Çocukları’nda yine ön plana çıkar; kısa bir pasaj için de olsa. Bu pasajda Jo’nun ünden ve hayranlardan yorulmasını Alcott hoş bir şekilde anlatır: ünlü yazarın bahçesinden çiçek çalan, kadını rahatsız eden deli bir kalabalık. Muhtemelen kendisinden önce ve sonra pek çok yazarın ve büyük ihtimalle Profesör Tolkien’in de yorulduğu gibi… Josephine March Louisa May Alcott’tur elbette, yorgunluk da onun yorgunluğu idi kuşkusuz. Yine de yazar kendi yaptığını Jo’ya yaptıramaz: Jo’yu evli ve çocuklu görürüz. Kitabın son film uyarlamasının fragmanında gözüme çarpan, editörle konuşma sahnesi tam da bu nedenle kilit bir sahne:

“Eğer kitabın baş kahramanı bir kadınsa, sonunda kesinlikle evlenmesini sağla.”

LeGuin Jo’nun yazma ve yaratma krizlerinden bahsederken, Simone de Beauvoir Laurie’nin Amy’yi seçmesinin arkasında yatan kalıplaşmış güzellik anlayışında bir şeyler bulur. Erkeğin çıtkırıldım kadına yönelmesine Beauvoir’ın verdiği bence hatalı örneklerden biri Küçük Kadınlar’dır. Diğer hatalı örneğin ise The Last of The Mohicans olduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle İkinci Cins adlı kitabı tekrar elime aldığımda gördüm ki Beauvoir hikayeyi yanlış hatırlıyor, ya da biraz vermek istediği mesajı verecek şekilde özet geçmiş:

“…erkekler ne erkeksi kızlardan, ne kara çoraplılardan ne de kafalı kadınlardan hoşlanır; fazla gözüpeklik, kültür, zeka, güçlü kişilik gözlerini korkutur.”***

Akabinde bazı edebi eserlerden örnekler veriyor: “Mohikanların Sonuncusu’nda erkek kahramanın gönlünü çelen yiğit Cora değil, tatsız tuzsuz Alice’tir; Küçük Kadınlar’da sevimli Jo Laurie için bir çocukluk arkadaşından başka bir şey değildir: Delikanlı ona değil keçi boynuzuna benzeyen dalgalı saçlı Amy’ye gönül verir.” Nitekim diğer bir eserinde Beauvoir bu hatasından dolayı bir tür mea culpa yapmış: Bir Genç Kızın Anıları adlı kitabında, hikayenin gelişimini yanlış hatırladığını, Jo’nun Laurie’yi bizzat reddedip kendisini daha iyi anlayan birini seçtiğine sevindiğini ifade ediyor. Yine de bence Amy’ye haksızlık ediyor.

Küçük Kadınlar’ı Görmek ve Göstermek

Technicolor Küçük Kadınlar, mektup sahnesi

Romanın beyaz perde uyarlamaları içinde ilk seyrettiğim galiba 1949 versiyonuydu: June Allyson Jo’yu, Janet Leigh Meg’i, Margaret O’Brien Beth’i, Elizabeth Taylor da Amy’yi oynar. Laurie Peter Lawford, Mr Bhaer ise Rossano Brazzi tarafından canlandırılır, ki Brazzi göbekli, iri yarı, 40’lı yaşlarında bir Alman olarak tasvir edilen Fritz rolü için fazla İtalyan, fazla yakışıklıdır. Film öyle aman aman güzel değilse de -June Allyson pek rolüne oturmamıştır zira- yılbaşı tebrik kartlarına benzeyen bir estetik anlayışı vardır ve bu sayede belli ölçüde izlenebilir niteliktedir. Ergenken birkaç defa seyretmişliğim vardı. Bundan önceki 1933 Katharine Hepburn’lü uyarlamayı görmedim ama anladığım kadarıyla 1949 versiyonun bazı sahneleri birebir remake gibi. Özellikle tarz olarak June Allyson Katharine Hepburn’u taklit ediyor sanki, yürüyüşünden konuşma tarzına.

1933 versiyon mektup sahnesi

1994 yılında ise bu sefer Winona Ryder, Trini Alvarado, Claire Danes ve Amy’yi oynayan Kirsten Dunst ile Amy’nin büyümüş halini oynayan Samantha Mathis’i görürüz. Bu arada Amy’yi film boyunca aynı kişiye oynatmanın epey problemli olduğunu söylemek lazım, 12 yaşından 17-18 yaşına kadar devam ediyor zira kitap. Dolayısıyla 1994 versiyonu bu bakımdan göze batmamak gibi bir erdeme sahip. Laurie’yi APÖ**** dönemindeki Christian Bale, Mr Bhaer’i Gabriel Byrne, John Brooke’u Erik Stoltz oynar. Anne-Marmee March’ı –ki kitapta adı Margaret iken, bu filmde Abigail olmuştur- ise Susan Sarandon oynar. Bu versiyon feminist bir uyarlama sayılabilir. Jo’nun yazma-yaratma krizlerini en iyi yansıtan versiyondur aynı zamanda. June Allyson’ın Jo’su da yazmayı ihmal etmiyordu ama onunki biraz daha hobi gibiydi sanki. Winona Ryder’ın Jo’su içinse bu çok daha ciddiye alınan bir uğraştır, kitapta tasvir edilen yazma kıyafeti de bu uyarlamada kendine yer bulur.

Bu uyarlama aynı zamanda Alcott’un otobiyografisi ile daha bir haşır neşirdir: Mr March’ın okul sahibi olduğu ama siyahi bir kızı okula aldığı için battığı söylenir ki adam kitapta rahiptir. Kadınların oy atabilmeleri konusunda Jo fikirlerini ifade eder. Mrs March kadınların da erkekler kadar fiziksel aktiviteye ihtiyaçları olduğunu dile getirir. Yine de filmde ağırlığın Jo’nun üzerinde olduğunu söylemek lazım, Meg’in Vanity Fair’e ziyareti güzel aktarılmış olsa da. Geçen gün filmi tekrar izlediğimde Amy-Laurie ilişkisinin arka planını doldurmak için kitabın dışına çıkmak yerine içinde kalmalarının daha doğru bir hareket olacağını düşündüm. Bu şekilde “Aileye bir şekilde yamanayım” hali var Laurie’de. Amy ilgisinin bu yönünden şüpheleniyor, haklı da.

E herkes buradaymış.

Yine filmde Beth ve Jo’nun Mr Laurence ile kurabildikleri bağ eksik, 1949 versiyonu bunu daha güzel göstermişti. Ayrıca söylemeye de gerek yok belki ama Gabriel Byrne Profesör Bhaer için fazla yakışıklı. Bu durum Louis Garrel için de geçerli olacak gibi. Aslında Sex Education’daki haliyle Mikael Persbrandt aklıma geliyor, ideal bir profesör öyle gözükürdü bence, ama o da Saoirse Ronan için fazla yaşlı kaçardı. Neyse neticede sarışın, beyaz tenli Jo izleyeceğiz, profesörden çok şikayet etmesek de olur. Bu son film iyi eleştiriler aldı ama Amerika’da aralık sonu gösterime girerken, (gayet anlamlı bir seçim, romanın ilk cildi Noel günü başlar, Noel günü biter) Türkiye’de nedense 14 Şubat gibi bir tarihte gösterime girmesi uygun bulunmuş. Kendi adıma koşarak izleyeceğim ve çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim karakterlerin yeni versiyonundan keyif almaya çalışacağım. Ve bulabilirsem Louisa May Alcott’un hayatına ve ailesine dair daha fazla eser okuyacağım.

*Merak edenler Vanity Fair’deki yazıyı buradan okuyabilir.

**Ursula K. LeGuin, “Balıkçı Kadının Kızı”, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, İstanbul, Metis Yayınevi, s. 93.
***Simone de Beauvoir, Kadın: İkinci Cins, C. 1, İstanbul, Payel Yayınevi, 1993, s. 311.
****APÖ: American Psycho öncesi

Yorumlar