Enemy: Kişinin En Büyük Düşmanı Kendisidir

Sokrates öncesi felsefecilerden ve diyalektikin ilk kullanıcılarından olan Parmenides’e göre evrende değişen hiçbir şey yoktur. Varlık mutlak anlamda birdir ve kalıcıdır. Sürekli olan varlıkta, hareket ve değişme yoktur. Peki insan kişiliği de tıpkı maddesel varlık gibi değişime ve dönüşüme kapalı mı? Birey kendi “monomyth“‘ini tamamlarken birikim olarak başlangıç noktasının ilerisine gidebilir mi? Kişilik olarak ilerlemek ve gelişmek mümkün mü? Eğer bireysel olarak mümkünse bu gelişim toplumsal olarak neden sağlanamıyor? Yoksa “toplum düşünmez, birey düşünür” sözü düşündüğümüz kadar kült değil mi? Belki de düşünce değişimin ve ilerlemenin kaynağı değildir… Çok fazla sorun ortaya attım sanırım. En iyisi lafı fazla uzatmadan bunların; Jose Saramago’nun Kopyalanmış Adam kitabından uyarlanan, Denis Villeneuve imzalı, 2013 yapımı Enemy (Düşman) filmi ile olan alakasını anlatayım. 

Film bireyin değişme çabasını, hayatını kuşatan rutini radikal kararlar alıp yıkma arzusunu ve bu sayede ilerleyip gelişme dürtüsünü izleyiciye aktarmak istiyor. Birey kapana kısıldıkça, çıkış yolu aramak için ilerleme göstermek zorunda kalır. İlerleme gelişmeyi, gelişme ise değişimi peşinden getirir. Ve bunların hepsi köken olarak düşünceye dayanır. Eğer birey değişme düşüncesini sahiplenirse tüm bu süreç başlar aksi taktirde bireyin dönüşümü sadece sistemin onu dönüştürmesi ile mümkün olur. Filmde bu iki çatışmayı da görüyoruz. Ana karakterimiz hem sistem tarafından değiştirilmek isteniyor hem de kendisi sistemin arzuladığının aksi yönde, daha subjektif bir dönüşümün düşüncesi ile yaşıyor. Bana göre Enemy filminin narratif yapısında ki en kolektif çatışması aslında budur. Sistemin dönüştürmek istediği versiyon ile bireyin dönüşmek istediği versiyon. Aslında bu filme hususi bir durumda değil. Gündelik hayatta hepimiz hayatının belirli bir döneminde bu tarz bir süreçten geçiyoruz. Filmin içinde barındırdığı onca olası kurgu, metafor ve sembolizme rağmen özünde hepimizin karşılaşmakta olduğu böylesine sıradan bir temele indirilebilmesi hanesine bir artı olarak yazılıyor.

547152

Fakat, Enemy filmi düşünülenin aksinde temelde anlattığı şeyi açık ve net olarak sunan bir film değil. Mevcut finali ve giriş sekansı ile anlatımının karmaşıklığını zirveye taşıyor. Hali hazırda metaforlar üzerine inşa edilen hikaye, film boyunca bu tarz bir düzlemde ilerleyince vermek istediği mesaj izleyici tarafından birden fazla noktaya çekilebilir bir hal alıyor. Yapacağınız ufak bir Google araştırması ile film üzerine yazılmış birbirinden farklı yazılar görürseniz şaşırmayın o yüzden. Bu durum da Enemy’yi benim en sevdiğim filmlerden birisi yapıyor, çünkü izleyen herkes filmden farklı şeyler anlıyorsa  bu üzerine konuşulacak çok şey olduğu anlamına gelir.

Önce kısaca filmin konusuna değinmek istiyorum. Film genel olarak, Adam adlı üniversitede tarih öğretmeni olan kahramanımızın arkadaşının tavsiye ettiği bir filmi izlerken filmde kendisine tıpa tıp benzeyen bir oyuncuyu görmesini ve onu aramasını anlatıyor. Fakat bana kalırsa film bu tarz düz bir cümleye sığdırılamayacak kadar yoğun detayları içerisinde barındırıyor.  Yönetmen Denis Villeneuve genel olarak gizem ve gerilim damarını filmlerinde çok iyi kullanıyor. Bunun üstüne birde metaforlar ve birey psikolojisi girince Enemy hem genel kitleye hem de sanatsal film seven kitleye hitap eden bir yapıt halini alıyor.

Minimalist Bir Atmosfer Altında Bireysellik

Film bireyi ve bireyselliği elinden geldiğince minimalist gösteren bir atmosfere sahip. Devasa binaların olduğu, yeni ve daha büyüklerinin inşaatının devam ettiği puslu bir şehirde geçiyor filmimiz. Filmin renk skalası son derece mat ve gölgeli renklerden oluşuyor. Bu büyük yapılar arasında kaybolan bireyselliği ise müziklerin o kırılgan notalarında hissedebiliyoruz. Şehrin gölgesinde büyüyen daha doğrusu küçülüp yok olan insanları ise şehrin sokaklarında monotonlaşmış hayatları için yürüyen sıradan insanlar üzerinden görüyoruz. Film içinde barındırdığı bu gökdelenlerle, yansıtmak istediği yapısıyla bir hakimiyet çatışmasının ilk izlenimlerini veriyor sürekli. Bu çatışma da filmin ilerleyen dakikalarında ana çatışmalardan birisi oluyor zaten.

Baş karakterimiz olan Adam’da şehrin bireyi küçülten yapısını bize hissettiren bir karakter. Hayatı bir rutine bağlı. Uyan-okula git-ders anlat-eve gel- seviş-uyu. Oysa Adam bu döngüye mahkum kalmayı istemeyen ve kabullenmeyen birisi. Aslında oyuncu olmak isteyen, hayatında adrenalin arayan Adam, gel gör ki tarih öğretmeni olmuş. Öğretmen arkadaşlarından birisi ona bir film öneriyor, o da alıp izliyor. Hayatında ki döngüyü kıran şey işte o film oluyor. Çünkü filmdeki figüranlardan birisi olan Anthony tıpa tıp kendisi gibi gözükmektedir. Anthony’nin kayıtlı olduğu ajansa gidip, Anthony gibi davranıp ona ait bir zarfı alır ve Anthony’e ulaşıp onunla görüşmek istediğini söyler.  Anthony, Adam’ın sahip olmadığı ama olmak istediği bir kişiliğe ve hayata sahiptir. Güzel bir eşi, lüks bir evi vardır. Gerek tavırları ile gerekse giyimi ile özgüvenini her dakika gösteren, monoton olmayan bir hayata sahiptir. Adam ve Anthony’nin tanışmasından sonra işin içine Anthony’nin eşi ve Adam’ın annesi dahil olunca olaylar farklı bir boyut kazanıyor ve izleyicinin aklına o keskin soru filmde ilk defa o an düşüyor. Acaba Adam ve Anthony aynı kişi olabilir mi?

Yorumlar