Geleceğin Şehrinden Hikayeler

Sinema tarihi, geleneksel olarak Lumiere Kardeşler’in aktüalite filmlerini (gerçek olayları kaydeden kısa filmler), George Melies’nin sihirli filmlerinden (kamera önü illüzyonları ya da benzeri kamera merkezli ve ağır çekim, tersten oynatma, çoklu pozlama, duraksamalı çekim ve mat plan gibi kurgu efektleri aracılığıyla yaratılan illüzyonların kullanıldığı efekt hileli veya fantastik kısa filmler) önde tutar. Ne var ki, iki sinema türü de “seyirciye, sanrısal güçlerinden dolayı büyüleyici bir dizi görüntü sunma” yöntemi olarak görülmelidir (Gunning 1990: 57). Gösterme, sunum ve teşhirciliği öne koyan bu “cazibe sineması”, yerini “hikayelerin anlatımı ve kendi içine kapalı anlatısal bir evren yaratımıyla” ilgilenen uzun metraj filmlerle doruğa ulaşan ve anlatma , temsil ve dikizcilik duygusunun ağır bastığı, anlatı bütünlüğü gösteren sisteme bıraktığı 1907 yılına kadar film dünyasındaki hakimiyetini korudu. Yine de, anlatının giderek yükselişine karşın, bu cazibeler bazı türlerde (örneğin, müzikal) diğerlerinden daha belirgin biçimde “anlatı temelli filmlerin birer bileşeni olarak” varlığını sürdürdü. [1]

Bir hikaye anlatma aracı olarak sinema şehirlerin karmaşık yapısını anlatırken, dönemin sosyo-kültürel yapısını ve yönetmen vizyonunu dikkate almıştır. Film yaratım süreci, şehirlerin kendisi kadar karmaşıktır. Günümüzde çekilen bir Star Wars filminin, bundan otuz sene evvel çekilen bir Star Wars filmine benzemiyor oluşu, aynı evrende geçen iki hikayeyi farklı kulvarlara sokar. Sinema, nihayetinde toplu gerçekleştirilen spesifik bir sanattır. Bir sinema filminin oluşmasında yönetmen, yapımcı, senarist, oyuncu gibi bilinen unsurların dışında, seyircinin beklentileri de büyük bir rol oynar. Seyircinin beklentilerini yönlendirebilme gücü olan hükümetler, basının gücünü kullanarak filme yönelik beklentiyi tamamen değiştirebilir ve ülke sinemasını bir kukla gibi yönetebilirler. Ancak bu tutumun aksine, sinemayı daha özgür bir iş olarak gören bir sinemacı, beklentilerin zıttında bir iş ortaya çıkarmayı seçebilir. İşte bu yüzden bir filmin yaratılması karmaşık bir süreçtir.

Kısaca Fütürizm ve Sinema İlişkisi

1900’lü yılların başında ortaya çıkan modern akımlardan biri olan Fütürizm, bir manifestoya dayalı olarak hareket eder. 1909’da yayımlanan bu manifestoda Marinetti, fütüristlerin büyük bir hırsla eski olan her şeyden, özellikle siyasi ve artistik geleneklerden nefret ettiğini bildirdi. “Geçmişle hiç ilgimiz olmamasını istemekteyiz” diyerek geçmişi bütünüyle reddettiğini belirtti. Fütüristler geçmişi özleyip geçmişi tekrarlama ve geçmişi taklit etme inançlarına tümüyle karşı durmaktaydılar. Fütüristler “müzeleri, kütüphanelerin yerle bir edip ahlakçılık, feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız” demekteydi. Fütüristlerin “Her ne kadar cesaret ve her ne kadar, bir deliliğe yaklaşır şekilde, şiddet ihtiva etse bile orijinalliği her zaman tercih edeceklerini” bildirdi. [2]

Filippo Tommaso Marinetti

Filippo Tommaso Marinetti

Hıza, harekete, ilerleyişe tutkuyla bağlı olan bu insanlar, sinemanın tam olarak bunu sunması için bazı unsurlar düşünmüşlerdir. Filmler yapı gereği sonsuza kadar süremezler, bir başlangıçları ve sonları vardır. Ancak bir filmin sonsuza kadar sürdüğüne dair bir izlenim oluşturulabileceğini ve bunun döngü vurgusuyla sağlanabileceğini, makinenin, savaşların, felaketlerin geleceği anımsattığını ve bu yüzden distopyanın fütürist filmlerin odak noktası olduğunu savunabiliriz. İnsanların hareketlerini, düşüncelerini bile filme aktarabilmeyi düşünen bu insanlar, bilim kurgu türü içerisinde çeşitli eserlerin yaratılmasına ön ayak olmuşlardır. Bu akımdan şiddetle etkilenen bir Alman yönetmen, Fritz Lang, tarihin gördüğü en sansasyonel bilimkurgu filmlerinden birini çekmeyi başarmıştır: Metropolis!

Metropolis

Metropolis (1927) çağının ötesinde bir filmdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında toparlanmaya çalışan, ekonomik buhranla boğuşan Alman toplumunu iyi analiz eden Lang, Weimar Sineması’nın (Dönemin Almanya Sineması) imkanlarını sonuna kadar kullanarak benzersiz bir distopya yaratmıştır. Günümüz için bile dudak uçuklatacak bir set tasarımı sunmuş ve makinenin yıkıcı gücüne vurgu yapmıştır. Temelde Mary Shelley’nin Frankenstein Canavarı (1818) öyküsünden esinlenen bu yapımda, bir profesörün ölen eşini canlandırmaya çalışması sonucu o meşhur robotu yarattığını görürüz. Bu robot bir kadın görüntüsüyle erkek aklını çelip, işçileri sisteme karşı isyan ettirecek kadar tutkulu bir makinedir aslında.

metropolis3

Lang, kendi toplumunun aynası görevinde olan bir işçi toplumu yaratıp, onların hareketlerini dahi makineleştirmiştir. Yönetmenin fütürist bakış açısı ve sosyal tutumu, Alman sinemasının imkanlarıyla birleştirildiğinde Metropolis gibi bir filmin doğuşu tesadüf değildir. Filmi izlediğinizde 1920’lerin politik tutumunu görerek o dönemde geleceğe daha karamsar bakıldığını düşünmeniz mümkündür. Makineyle insan arasındaki ilişkinin, tanrı ve insan metaforu kullanılarak yansıtılması da, yaşanılan felaketler ve gerçekleşen teknolojik yenilikler sonrası yaratıcı gücümüzü fark etmemiz ile tanrıyı sorgulamamızın önünün açılmasını yansıtır diyebiliriz. Bu açıdan Metropolis’in bir distopya öyküsü olduğunu söylemek mümkündür. Metropolis’in anlatısı, bilimkurgu türünün ne kadar güçlü bir anlatıcı olabileceğini göstemiş ve şehirlerin ne anlattığını değil, ne anlatacağını sorgulamamızı, hayal gücümüzün sınırlarını genişletmemizi sağlamıştır. Filmden etkilenip sinemayla uğraşmak isteyen bir isim olan Ridley Scott, Blade Runner’ı (1982) çektiğinde yepyeni bir şehir tasarımının da önünü açmıştır.

Blade Runner ve Cyberpunk

Ridley Scott, filmografisi gayet güçlü bir yönetmendir. Birçok türde, birçok başarılı film çıkarmıştır. Ancak onu milyonlara tanıtan eser olarak gösterebileceğimiz iki işi vardır: Alien (1979) ve Blade Runner. Üç sene arayla çektiği bu iki filmde de bilimkurgu türüne ciddi katkılar sağlamıştır. Alien ile korku ve bilimkurgu türünü karıştıran Scott, Blade Runner ile yepyeni bir alt türün doğuşuna sebep olmuştur. “Cyberpunk” dediğimiz bu alt tür aslında bir şehir portresidir. Philiph K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? (1968) isimli kitabından uyarlanan Blade Runner, uyarlandığı kitabın ötesine geçebilmiştir. Film, bir yakın gelecek dünyasıdır. Ekolojik bozulma nedeniyle güneş, kirliliğin ardından kendini zar zor gösterebilmektedir. Hayvanlar yapay olarak üretilip kullanılmaktadır ve gerçek olanlar neredeyse ortadan kalkmıştır. Farklı din, dil ve ırklar, kültür ve yaşam biçimleri, yan tarafları kazınmış diken diken saçlarıyla punklar, Hint mistikleri (Hare Krishna), Çinliler, Japonlar, Fransızlar ve diğerleri tek bir şehirde toplanmıştır. Şehrin barındırdığı mimari üsluplarda da aynı yoğunluk gözlemlenir. Bir yanda fütürist tasarımlar, diğer yanda, örneğin gotik yapılar üst üste yığılmıştır. Bu açıdan film zamansal bir karmaşa yaratmaktadır. Birçok düzeyde eski ve yeni birbirine karışmış durumdadır. Her nokta imaj yoğunluğu ve aşırılık derecesinde ayrıntı taşımaktadır. [3]

Blade Runner (1982)

Blade Runner (1982)

“Cyberpunk” sözcüğünün bilinen ilk kullanımı, Bruce Bethke’nin Amazing Science Fiction Stories (Kasım 1983) dergisinde yayınlanan ve onlu yaşlardaki bir hacker çetesini konu alan Cyberpunk adlı kısa öyküsünde gerçekleşir. Sözcük, İngilizcedeki cybernetics (sibernetik)’in kısaltılmışı olan cyber ve punk gibi, içerikleri birbiriyle çelişik iki sözcüğün birleşiminden meydana gelir. Sibernetik, bir sistem olarak canlılarda ve makinelerde, iç ve dış bilgi alışverişinin kontrol, denetim ve yönetim bilimine verilen addır. [4]

70’lerde yaşanan petrol krizi ve mikro bilgisayarların ortaya çıkışı ise diğer bir kavramın doğuşuna sebep olmuştur: Punk! Punk gençlik, aynı isimle anılan müzik türünün etkisiyle ortaya çıkmıştır. Sex Pistols grubunun Blank Generation şarkısıyla tasvir edebileceğimiz bu grup, 60’ların politik gençliğinin aksine dönemin siyasi olaylarına karışmadan, gelecek planları kurmadan, tamamen amaçsız şekilde yaşayan bir topluluktur. Cyberpunk ise bu topluluğun gelecekte yeniden moda haline gelmiş hayat şeklini niteler. İleri teknoloji içerisinde düşük yaşam kalitesi olarak tanımlanabilecek Cyberpunk, temel unsurlarını Blade Runner ile belirlemiştir diyebiliriz. Filmdeki ışıklandırma, şehir görüntüsü ve topluluğun umursamazlığı, makinelerin nihilist duruşları, delirmişlikleri izleyiciye müthiş bir yönetimle aktarılır. Gerçek olmasından korkulan bir şehir portresi sunması ve ardından gelecek olan filmlerin şekil almasında rol oynadığı için Blade Runner’ı tür için bir mihenk taşı olarak görmek gerekir. Filmden on yedi sene sonra vizyona giren Matrix filmi ile Wachowskiler, punk gençliğinden sıyrılıp bir fikir akımının ulaşabileceği nihai düşünceyi izleyicilere sunmuşlardır.

Yorumlar