Juste La Fin Du Monde: Alt Tarafı Xavier Dolan’ın Duraklama Zamanı
Queer temsilcilerinden ünlü yönetmen Xavier Dolan’ın son filmi Juste la Fin du Monde‘nin bu yıl Cannes’da hem ödüllere doymayıp hem de yuhalandığını bilmeyen yoktur. Peki neden yuhalandı; neyi yanlış yaptı da durum bu hale geldi? Madem yuhalanacak bir filmdi, o zaman nasıl ödül almayı başardı? Hepsini teker teker gönül rahatlığıyla sorgulayabiliriz.
Juste la Fin du Monde yani It’s Only The End of The World, 12 yıl önce yanlarından ayrıldığı ailesini, ölümcül bir hastalığa yakalanması üzerine son kez görmek için ziyarete giden Louis’in (Gaspard Ulliel) bir gün içerisinde ailesiyle yaşadıklarını anlatıyor. Ailenin her ferdi birbirinden farklı ve derin ama hepsi Louis’in gelmesiyle eşit derece çılgınlıkta seyrediyor. Louis’i neredeyse hiç hatırlamayan küçük kız kardeş Suzanne (Lea Seydoux), Louis’e en kolay bağlanan karakter. Çünkü onunla bir geçmişi yok, onu incitecek bir şey de yok. Yalnızca gizemli bir abisi var ve onu hayalinde canlandırdığı kadarıyla çok seviyor.
Anneleri ise biricik küçük oğlunu yıllardır görememenin inciticiliğiyle başa çıkmaya çalışan bir kadın. Oğlunun yaşadığı yeri bile bilmeyen bir anne olarak tüm kızgınlığını bir kenara bırakıp ailesini bir araya getirmeye çalışıyor ama Louis’e bakışından da ne kadar kırgın olduğunu görebiliyorsunuz. Sonuçta kırılmış bir camın parçalarını yapıştırmaya çalışsanız da eskisi gibi olmaz. O kırıkların arasında siyah kalın bantlar vardır, mesafeler girmiştir artık. Catherine (Marion Cotillard), yani Louis’in ağabeyinin eşi var sırada. İlk kez karşılaşırlar aslında, aralarında daha önce mektuplar dışında hiçbir iletişim belirtisi de olmamıştır. Ama Catherine’le Louis arasında gizli bir bağ var gibidir.
Bazen size en uzak olan kişi size en yakın olan kişidir. Louis’le bakışma ve anlaşma sahnelerinden demek istediğim şeyi anlayabilirsiniz. Louis’in ağabeyi Antoine’a (Vincent Cassel) gelirsek… Herkesten daha fazla kalbi kırılmıştır Antoine’ın. Çünkü sırtına bindirip gezdirdiği, her şeyini paylaştığı küçük kardeşi, onu tam 12 yıldır arayıp sormuyordur. Sanki bir anda onları birbirine bağlayan güçlü demir telleri kesip gitmiştir Louis. Bundan daha büyük bir hayal kırıklığı belki de olamaz Antoine için. O gittiğinden beri Louis’in geçirdiği değişimleri saatli bomba gibi bir ruh hali içerisinde olmasından anlayabilirsiniz.
Sessiz insanların iyi dinleyiciler olduğunu sanıyorsunuz.
Ama ben insanlar beni rahat bıraksınlar diye susuyorum.” -Antoine
Şimdi o kadar duygusala bağladık, tamam ama senaryodaki sorun nerede öyleyse? Senaryo zaten Jean-Luc Lagarce’ın bir tiyatro oyunundan uyarlama. Uyarlamaların daha kolay lokma gibi göründüğünü ama daha zor olduğunu tahmin edebiliyorsunuzdur. Sonuçta birebir çekim yapılamaz, hayal gücünün, deneyimlerinin, yaratıcılığının, kendinden koyacağın parçanın niteliğiyle ortaya berbat sonuçlar da çıkabilir, mükemmel sonuçlar da.
İlk sorun, az önce sıraladığım karakter ilişkilerinin anlatılış şekli. Yönetmen o ilişkileri sanki sır gibi saklamak istiyor, direkt anlatmayı seçmiyor. Küçük ayrıntılardan yola çıkarak olayları elimizle tutmamızı istiyor ama maalesef bunun için daha somut diyaloglar gerekli. Diyalogları sıradan tutup yalnızca oyunculara güvenmek kendi sorumluluğunu başkasına yıkmak oluyor bir bakıma. Bu belki de oyun senaryosundan kaynaklıdır, bilemiyoruz da. Oyuncuların harika olduğu zaten şüphe götürmez ama onlar da kuru gürültünün kurbanı olmaktan kaçamıyor.
İkinci olarak, filmin görece kısalığı, olayları çözümlememizi engelliyor. Sahneleri fazlalaştırsa belki de izleyiciyi sıkacaktı ama böyle de izleyicinin olayı anlamasını engelledi sonuçta. Aslında Xavier Dolan’ın tüm filmlerinde ucu açık ve direkt olayı anlatmayan diyalog kullanımı mevcut. Ama bu filmde yetersizliğin en büyük nedeni olmuş durumda. Senaryoya göre teknik uygulamak yerine, tekniğe göre senaryo yazmaya çalışmış da olabilir tabii. Filmde sürekli bir gerginlik olması, buna hiç ara verilmemesi de bunaltıcı bir diğer mesele. Nabızlar yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor…
Patlama anı için artık sabrınız kalmıyor; ama o patlama bile filmin yükselen nabzına yetersiz kalıyor. “Louis, konuşsana be adam artık!” demekten kendinizi alamıyorsunuz; ama Louis konuşmuyor. En rahatsız edicisi de o patlama anından sonra, artık her şeyin çözümleneceğini sanıyorsunuz. Ama Louis sanki oraya hiç gelmemiş gibi, sanki bu film hiç çekilmemiş gibi gidiyor! Tamam bu bir uyarlama film ama bu durum bir mantığa oturtulabilirdi. Senaryo değiştirilseydi diyemiyorum; mesela Louis, “12 yıldır birlikte sevinmediğim, birlikte üzülmediğim ve benim hakkımda hiçbir fikirleri olmayan ailemi üzmeye ve acı çektirmeye hakkım yok” şeklinde düşündüklerini sezdirebilirdi. “Ölümümü bilmezlerse, eskisi gibi umursamazca yaşadığımı zannederlerse her şey eskisi gibi devam eder” diye de düşünebilirdi. Ama hiçbir şey olmadı! Başıyla sonu arasında bir fark olamayan bu filme sinirlenerek sinema salonundan çıkıp gitmeniz de kaçınılmaz oluyor dolayısıyla.
Xavier Dolan’ın her filminde, hemen hemen aynı konuları seçtiğini ama onları farklı açılardan incelediğini biliyoruz. Her filminde mutlaka kendinden bir parça bulunuyor. Bu parça genel olarak cinsel tercihiyle ya da aile hayatıyla ilgili oluyor. Filmlerini ilk izlemeye başlayan biri için bu durum cesurca bir hareket olarak görülecektir. Öyle de zaten. Ama ikinci, üçüncü, dördüncü… sonsuzuncu filminde de aynı özelliği taşıyan bir karakter görünce kabak tadını almaya başlayacaksınız.
Hollywood nasıl insanların ilgisini çeken bir öge bulduğunda bir ahtapot gibi tüm kollarıyla ona sarılıyor ve insanları sömürüyorsa, Xavier Dolan da birkaç film sonra o kıvama gelecek gibi görünüyor. Bir film yönetmeninden, senaristinden izler taşımalıdır tabii ki. O izler birer imza niteliğindedir. Ama hep aynı izleri taşıyınca ve “Acaba bu yönetmen başka özelliklere sahip insanlarla empati kurmakta zorlanıyor mu?” demeye başlarsınız bir süre sonra. Tabii ki de tüm bunlar Dolan’ın çektiği filmlerdeki başarısızlığını göstermiyor. Ama çok başarılı olması da hiçbir açığı olmadığı anlamına gelmiyor.
Tüm bunlara rağmen filmde sevdiğim noktalar tabii ki var. It’s Only The End of The World‘ün en büyük kurtarıcısı kurgusu. Teknik kullanımları da mükemmele yakın gibi görünüyor. Geçmiş zamanları ağır çekimde ve harika müzikler eşliğinde hatırlama sahneleri klasik Xavier Dolan imzası olarak yüzleri gülümsetiyor. Özellikle son sahnelerdeki, karakterlerin duyguları ve yaşananlarla eş oranda ilerleyen yağmur yağma ve ardından kavurucu güneş açma sahnesi fazlasıyla etkileyici. Kullanılan zaman ögesiyle yapılan göndermeler de çok başarılı. Louis, serçe ve zaman bağlantısının yaratıldığı sahne, yaratılamayan bomba etkisinin üstünü kapatır nitelikte.
Serçe guguklu saatin içinden çıkıyor, dönüyor, dolaşıyor ve saatin içine dönüyor gibi görünüyor; ama en sonunda dönmediğini ve yerde ölü yattığını görüyoruz. Bu imgeyi yaratmak gerçekten etkileyici. Tüm oyunculuklar istisnasız muhteşem ve diyalogların eksikliğini kapatmaya çalışır durumda. Özellikle Marion’u güçlü kadın imajından sıyrılmış görmek şaşırttı. Lea Seydoux ise asi ve ağabey sevgisine ihtiyaç duyan bir ergen rolünde inanılmaz. Vincent Cassel karamsar, sinirli ruh halinin altında nedenlerin yattığını sezdirebilecek kadar iyi oyunculuk sergiliyor. Anne rolündeki Nathalie Baye’nin harikalar yaratmaya hazır olduğunu, ama senaryonun izin vermediğini de söylemeye gerek yoktur sanırım.
It’s Only The End of The World‘e kötü bir film diyemeyiz, çünkü kesinlikle incelemeye ve analiz etmeye değer bir film. Ama iyi ve kötü yönlerini kabul etmek de gerek. Hem Cannes’a hem Xavier Dolan’ın kariyerine damga vuran It’s Only The End of The World‘e kötü damgası vurup izlememek yerine, izlenilip tüm yönlerinin görülmesi ve bu şekilde keyif alınması yapılabilecek en mantıklı hamle olacaktır.