Mad Max: Dünyanın Kara Yakıtla Döndüğü Zamanlar!

90’lı yılları görmüş, yaşamış olanlar, o dönemlerden önce çekilen efsane filmlerle sinema salonlarında değil, televizyonda tanışıyordu. O dönemler Mersin gibi bir yerde (o dönemler şu anda olduğundan daha da küçüktü) olağan dışı bir görüntünüz varsa eğer, mimlemeniz çok kolaydır.

Mersin Stadyumuna yakın, nezih muhitte büyümüş yarı sokak, yarı apartman çocuğu olan bendeniz ne zaman maç olsa, futbol ile gram alakam olmasa da, stada giden taraftarları görünce anlamsız bir coşku ile izler dururdum. Adı “Şeytanlar” olan bir taraftar grubunun pek yadırganmadığı memleketimde, belki de isminin hakkını tribünlerde veren tek bir adam vardı benim için. Çılgın Max!

Şimdi ne alaka diyeceksiniz, fakat yazının devamı gelmeden önce bu anıya değinmek istedim. Zira hepimiz “geek” olarak başka dünyaları ve zamanları yaşamak istesek bile, sıradan hayatımızın kasveti altında ezilirken yalnızca hayallerimizde başka diyarlarda dolaşabiliyoruz. Ah ama o Max, Çılgın Max… Bilen bilir, BMX bisikletinin etrafı siyah bantla donatılmış, selesinin altından grotesk bir biçimde uzanan kanatvari gereksiz parçayla, jant tellerinin arasında dolanan zincirleri ve direksiyon boynuzları ile maça doğru sürerken, mohawk saç modelini hiç umursamayan mahalle esnafı tarafından selamlanıp dururdu.

madMax1

Deri ceket, sinek kaydı tıraş. İşte size gerçek Max.

Neden Max’ti? Çılgın olmaya çılgındı orası kesin. Ama neden Max? O zamanlar on yaşlarında bir çocuk olarak hiç anlamamıştım. Ta ki, George Miller’ın unutulmayan eseri “Mad Max” i izleyene kadar…

Maximillian Rockatansky: Eski Polis, Yeni Yol Savaşçısı

1979 yılında George Miller, pek fazla umursanmayan Avustralya sinemasını dünyaya tanıtacak olan Mad Max’i çektiğinde, Mel Gibson henüz tüysüz, gencecik bir delikanlıydı. İlk filmle beraber başlayacak olursak, Max ile “Fury Road”ta tanışmış olanlar için biraz farklı gelebilir. Zira Mad Max’in üzerinde geçtiği o distopik kıyamet sonrası dönem, sanılanın aksine bambaşka bir diyarda ya da geleneksel olarak her filmde olduğu gibi Amerika’da değil, Avustralya’da geçiyor.

Maximillian, eşi Jessi ve küçük oğlu Sprog ile birlikte, enerji kıtlığından kaynaklanan düzen ve kanun bozukluğuna rağmen barış içinde bir hayat sürmeye çalışan Avustralya topraklarında yaşamakta olan bir yol devriyesi polisidir. Her ne kadar kanunlar çarpıtılıyor, düzen zorla sağlanıyor olsa da, Max bir Interceptor yani otobanda serserilik yapanları “durdurucu” olarak polis bürosunun göz bebeğidir.

Avustralya’daki enerji kıtlığından kaynaklı olarak, şehirlerdeki insanlar hala standart hayatlarını sürdürürken, taşra halkı motosiklet çeteleri tarafından taciz edilmekte, şehir dışında düzensizlik hat safhadadır. Otoban polisleri standart trafik polisi statüsünden çıkmış, artık yollarda kanunsuzları silahla ve araçla avlamaktadırlar. Filmin geri kalanını anlatmak istemesem de, olaylar aslında Jessi’nin Max’ten görevini bırakıp daha huzurlu bir hayat yaşamak istemesi ile başlar. Bir yanda ailesi, diğer yanda görevi arasında gidip gelen Max, Avustralya’nın en belalı motosiklet çetesinin hapisten kaçan lideri “Gece Sürücüsü”nü yakalamak için görevlendirilir. Pek yakalama tabirine uymasa da, Gece Sürücüsünü ortadan kaldırarak görevini başarı ile tamamlar ve polis departmanında jubilesini yaparak, ailesi ile beraber eşinin ailesinin yanına doğru huzur dolu bir yolculuğa başlar.

"Ben Gece Sürücüsüyüm! Ben Yakıt Enjeksiyonlu Katliam Makinesiyim!"

“Ben Gece Sürücüsüyüm! Ben Yakıt Enjeksiyonlu Katliam Makinesiyim!”

Sonrası spoiler olur, hala izlemeyenler illaki vardır. Zira, ülkemizde Mad Max 2, ilk filmden önce gösterime girdi ve dağıtım problemlerinden kaynaklanan sebeplerle ilk film daha sonra gösterime girdi. Bu sebepten arada kaçıranlar olmuştur. Eğer filmi izlemediyseniz veya yeniden izlemek isterseniz, mutlaka motosiklet çetesinin lideri “ToeCutter”ın nasıl öldüğüne bakın ve daha sonra Fury Road’u izlerken olayları gözden geçirin. Benim bazı şüphelerim var, tartışmaya değer!

Yorumlar