The Giver – Dünyayı Sevgi mi Kurtaracak!

“Farklılığın Yasak Olduğu Bir Dünyaya Hoşgeldiniz!”

Nasıl? Tipik bir distopya ortamına evirilecek ütopya girizgahı öyle değil mi? Zaten The Giver’ın da muhtemelen bu formülün dışına çıkmak gibisinden bir iddiası ya da ihtiyacı yok! Yazar Lois Lowry’nin bu son derece “tipik” distopya evrenini şekillendirirken,  bambaşka bir evren yaratmaktan ziyade; öncüllerinin mirasının üzerine emsal teşkil edebilecek bir başka ürün kondurmaktan daha ulvi bir amacı var mıydı orası meçhul!

Önümüzde duran sıfır kilometre distopya çeşitlemesi The Giver hakkındaki gereksiz gevelemeleri hızlıca tıraşlayıp, sözün özüne gelecek olursak; bu zamana kadar karşımıza çıkmış hemen hemen tüm ütopya/distopya örneklerini çağrıştıran bir ürün durduğunu söyleyerek yerinde bir giriş yapabiliriz mesela! İnsanlığın başından geçen yıkım sonrasında yeniden kurulmuş bir düzene dikiyoruz gözlerimizi. Yazısız ütopya kurallarının olmazsa olmazları, kahramanımız Jonas tarafından birer birer sıralanıyor bizlere: Yıkımın ardından gelen yeni bir milat, milada eşlik eden yeni düzen, bu düzeni sağlamak için yaratılmış kurallar ve bu kurallara büyük bir adanmışlıkla uyan insanlar… Gördüğünüz gibi The Giver bu anlamda hiçbir sürpriz barındırmıyor!

Kurallarımız ise oldukça basit! Zaman içerisinde gündelik konuşmadan “ustaca” çıkarılmış sözcükleri kullanmamak, ilaçları zamanında almak, kesinlikle soyadı taşımamak ve ne pahasına olursa olsun yalan söylememek. Görüldüğü gibi karşımızda, geleneğe sıkı sıkıya bağlı bir ütopya güzellemesi duruyor. Yine de bu benzerliklerin, The Giver’ın lezzetini düşürdüğü izlenimine kapılmak yanlış olur. Nitekim yönetmen Phillip Noyce, karşımıza adeta hızlandırılmış bir ütopya turuyla çıkıyor diyebiliriz. Bu bağlamda mucizevi bir biçimde türe uzak kalmış olan sinema severleri bile ensesinde yakalayacak denli draje bir girizgah ile selamlıyor izleyiciyi The Giver.

Popülerliğin, şöhretin, zenginlik ve fakirlik gibi kavramların, kıskançlık, acı ve aşk gibi duyguların olmadığı ya da ustalıkla “seyreltildiği” bir gelecekteyiz. Yakın dönemde emsal olarak anabileceğimiz Veronica Roth’un kitabından beyazperdeye uyarlanan Divergent örneği ile de akrabalık bağları mevcut! Yetişkinlik dönemine gelen gençlerin, toplumun belli ihtiyaçlarına yönelik gruplardan herhangi birine mensup olduğu sosyal bir işleyişin hakim olduğu bu “mekanik” yapılanmada; kahramanımız Jonah çok daha özel bir görev için bizzat seçilir. Genç adamın görevi “anı toplayıcılığı”dır. Bu iş için de, kıdemli anı toplayıcı (Jonah atandıktan sonra The Giver olarak adlandırılan) yaşlı bir adamla tarihin gölgelerine saklanmış gerçekleri keşfetmeye başlar. Bunlar sadece halı altına itilmiş sıradan anılar değil, en çiğ haliyle insan eliyle yaratılmış olan vahşetlerdir aslında!

tg2

Jonah, zaman içerisinde anılarda ettiği yolculuklara daha sıkı bağlanır ve bu deneyimlerini etrafındakilerle paylaşmak ister. Bu noktadan sonra da içerisinde bulunduğu sosyal yapılanma için ciddi bir tehdit oluşturmaya başlar. Böylece Jonah, tıpkı sinemasal arenadaki diğer kaderdaşları John Murdoch, Winston Smith ya da THX gibi “uyanış” evresine zıplamış olur. Peki bu nihai dönüşüm / yolculuk tamamlandıktan sonra The Giver cephesinde neler olur? İşte filmin zayıf noktası da bundan sonrasına tekabül ediyor aslında!

Hem genç Jonah’ın hem de yaşlı bilgemiz The Giver’ın ortak planı, yaşanan topraklara yeniden “sevgiyi” getirebilmek mi tartışılır fakat öykü sizi gerçekten de “insani zaafları hayatımızdan çıkardığımızda geriye bizi biz yapan ne kalır” sorusunu sordurma amacı mı güdüyor ona bile emin değiliz. Yazar Lowdry’nin, savaşlardan, salgınlardan, cinayetlerden ve buhranlardan kaçarak kendisine steril ve fazlasıyla da izole bir yaşam alanı bulan insanlara, yeniden insan olmalarını hatırlatma amacı nedir mesela? The Giver’ın ağzından duyduğumuz birkaç afili kelam, bizleri gerçekten de, insanın o eski vahşi ve kontrolsüz haline geri dönmesi konusunda ikna edebiliyor mu? Daha da önemlisi ortada böyle bir amaç var mı? Farkında olmadan güçsüzleri öldüren ve sözüm ona kendi çaplarında ari ırkı arayan insanların mekanikliği gerçekten de düşündüğümüz kadar korkunç mu? Yoksa sorunun cevabı daha derinlerde falan mı gizli? Eğer öyleyse baştan uyandırmak gerekir ki The Giver o derinliğe sahip bir öykü evreni sunmuyor meraklılarına!

Geçtiğimiz aylarda The Signal ile yeniden keşfettiğimiz Brenton Thwaites, Jonah suretinde temiz bir performans çıkarıyor. Filmin ağır topları Meryl Streep ve Jeff Bridges ise, sanki böyle bir proje için ellerindeki kozların onda birini bile ortaya dökmeksizin, ezber bozmayan performanslarıyla şenlendiriyorlar perdeyi.

Son tahlilde The Giver, stil anlamında göz okşayan, son derece mütevazi sayılabilecek bir distopya örneği. Masaya oturan tür meraklılarını doyurmak gibi bir gayesi zaten yok fakat atıştırmalık olarak mideye indirildiğinde gaz yapmayacak, ekşitmeyecek kıvamda eli yüzü düzgün bir örnek olduğunu da söylemeden geçmek olmaz!

Yorumlar