Wonder Woman – Döven Bayan!

Son yıllarda belki de üzerinde şöyle şevk ve zevk ile tartışılması, sağlıklı bir biçimde iki kelam edilebilmesi en zor yapımlardan biri olmaya en üst sıralardan aday, nur topu gibi bir film olmuş Wonder Woman! Hele ki bir şekilde filmi ön gösterimler, özel gösterimler sayesinde önceden izlemiş olanlar ile filmi henüz izlemeden on adet yıldızı hatır hanesine peşin peşin işleyen fanatikler arasındaki gereksiz, yersiz ve kifayetsiz çatışma; film hakkında sağlıklı bir şekilde tartışabilmeyi neredeyse imkansız hale getiriyor. Özetle; bir tarafta abartının tavanını çatlatmış olan uçuk puanlar, diğer tarafta bu puanları bir çeşit referans olarak kabul eden DC fanboyları, beri tarafta ise filmin gerçek ederini dile getirirken durmadan dayak yiyenler var. Eh! Hazırsanız ve tarafınızı seçtiyseniz başlayalım! Harareti almak adına alt başlıklardan seke seke devam etmeyi uygun gördüğümü de dipnot olarak tam da şuraya ekleyeyim. Ayrıca yazıda bolca spoiler da yer alıyor.

Gal Gadot Olmuş mu Şimdi?

Kimilerine göre Batman V Superman: Dawn of Justice hadisesinin en kayda değer tarafı Gal Gadot’u Wonder Woman suretinde beyazperdede görmekti. Daha önce beyazcamda Lynda Carter, Cathy Lee Crosby gibi isimlerin ete kemiğe büründürdüğü 2011 yılında ise ekranlara Adrianne Palicki cüssesiyle taşınan Wonder Woman; öyle sanıyorum ki asla Gal Gadot’un uyandırdığı heyecanı uyandıramadı ölümlü bünyelerde. Yanlış anlaşılmasın, ezelinden beri Gadot’a kanı ısınamamış ve bu karakteri her daim Gina Carano gibisinden “kodum mu oturtan” bir ablaya daha uygun görmüştüm. Fakat dürüst olmak gerekirse Carano gibi donuk bir MMA dövüşçüsünün böyle bir karakterin altından kalkabilmesi de mümkün değildi hani!

Gal Gadot bu bakımdan muhtemel bir eksikliğin önüne geçmiş diyebiliriz. Zaten Batman V Superman: Dawn of Justice’de Batman ve Superman’den düpedüz rol çalarak karizmayı sırtlanıp götürdüğü için hayran kitlesinin kendisine biçtiği kredi oldukça fazla. Bunun üzerine bir de Gadot’un Wonder Woman karakterine yürekten inanmış olması da cabası. Yani kendi adıma Gal Gadot konusundaki önyargım “dayak atmaya giderken pataklanan Alman askerlerinden” çok da farklı değil. Peki ablamızın bu çabası yeterli diyebilir miyiz? Tamam meseleyi zorlamayalım, şu haliyle belki fiziken çizgi roman sayfalarından aşina olduğumuz etine dolgun Wonder Woman ile hala alakası yok, ama nihayetinde kendisini sevdirebilmeyi başarmış olması önemli bir unsur. Ha! Biz hala kabullenebilmiş değiliz o ayrı! Yani Gal Gadot iyi bir Wonder Woman profili çizmiş mi? Bakmasını bilen gözler için muhtemelen evet…

Savaşçı Hatunlar Ülkesi: Themyscira!

Neredeyse kronolojik olarak devam etmek gerekirse filmin artılarından biriyle yazıyı sürdürelim madem. Gal Gadot’un filmdeki varlığını bir avantaj olarak düşünüyorsanız şayet, hemen yanına hatır hanesine artı puan olarak Themyscira’nın görsel kalitesini rahatlıkla ekleyebilirsiniz. Diana Prince’in orijin öyküsüne de ev sahipliği yapan Themyscira belki de öykünün en “değerli anlarına” ev sahipliği yapıyor.

Filmin girizgah kısmını büyük oranda kucaklayan bu kısmın parlayan yıldızı ise; Antiope rolünde karşımıza çıkan Robin Wright… Son yıllarda yüksek kalibreli yapımlarda sık sık yüzünü gösteren Wright; Wonder Woman’a dair kolektif hafızalarımızı işgal edecek en önemli şeylerden biri dersek, öyle sanıyorum ki hiç kimse bu duruma itiraz etmez! Orijin öyküsünün epik fantezi kanadına ev sahipliği yapan bu ilk yarım saate yayılan orijin hikayesinin, Diana’nın solo performansına sağlam teknik destek sağladığını inkâr etmenin hiçbir anlamı yok hani!

Sözün özü doğru ki; yapımcılar bu defa orijin öyküsünü taklaya getirmemek adına bir miktar çaba sarf etmişler. Özellikle Man of Steel örneğindeki aceleciliğin olmaması Wonder Woman adına önemli bir artı puan. Yani yazının ilerleyen bölümlerinde patlak verecek olarak olumsuz yorumların öncesinde, filmin bu tarafındaki artıların üzerinden bir kere daha geçerek, yiyeceğim dayaktan minimum hasarı alabilmek adına yerimi biraz daha garantileyeyim…

Kılıç, Sandalet, Kalkan ve Slowmotion!

Yüzlerimizi yavaş yavaş düşürmemiz gereken kısma adım adım yaklaşıyoruz… Bu konuda her ne kadar Zack Snyder’ın haddinden fazla üzerine gidildiğini düşünsem de; kendisinin yenilenen DC Sinematik Evreni’nin görsel dizaynını şekillendiren en önemli isim olduğunu düşünüyorum. Ne var ki Snyder’ın görsel diline sinip kalan bazı şeylerin, bizleri eskisi gibi heyecanlandırmadığı da bir gerçek! Öyle ki bu estetik, sinema kulvarından usul usul kaçarak, reklam estetiğine doğru yaklaşmaya başladı.

Bu konudaki en önemli referansın Wathcmen olduğunu düşünenlerdenim. Hem grafik açıdan hem de koreografik anlamda Snyder filmografisinin halihazırda en zengin halkası olduğunu da düşünüyorum. Bu gelenek bir şekilde DC Sinematik Evreni tarafından da benimsendi. Fakat dozajı mı fazla geldi, yoksa reklam piyasasının görsel tekrarlarına gereğinden fazla takıldığı için çabuk mu sündürüldü emin değilim.

Wonder Woman da bu geleneğe bağlılığını koruyan bir yapım. Görece başarılı kabul edebileceğimiz aksiyon sahnelerinin tamamen reklam estetiğine teslim edilmiş olması sebebiyle bir sinema filminden ziyade, bir türlü sonu gelmeyen “Wonder Woman Lansmanı” izliyormuş hissiyatına kapılıyoruz adeta! Yani sanki birisi birazdan sahneye çıkacak ve “reklamları izlediniz, şimdi de asıl film başlıyor” diyecek diye bekliyorsunuz. Orta çaplı bir epik fantezi konseptiyle perdeyi açan ve kusursuz sanat işçiliğiyle oluşturulan “dönem filmi” arka planını bu estetiğe teslim eden Wonder Woman adına, muhteşem bir fırsat geri tepilmiş gibi görünüyor. Yani Marvel’ın Captain America: The First Avenger’ya entegre ettiği sinemasal tercihler ne yazık ki Wonder Woman da aynı etkiyi yakalayamamış -veya yakalaması gibi bir hedef konulmamış…

Kötü Kötü Karakterler

“Zaten abecesi bilinen blockbusterların ciddi ciddi twiste soyunması ne kadar sağlıklı?” sorusunun en güzel cevaplarından biri hiç kuşkusuz Wonder Woman. Hem DC hem de Marvel kanalındaki “bir türlü olamamış villain” klişesi aynı sinir bozucu ezber yazık ki burada da devam ediyor. Filmin kötü karakterler ligi tam anlamıyla sirk misali ve gerçekten de hiç birinin sizi etkileme gibisinden bir amacı da yok gibi.

Perdeye taşıdığı hemen hemen her kötü karakteri aynı sinir bozucu performansla kotarmayı kendisine nihai bir görev edinmiş olan Danny Hudson’un Ludendorff’u da; Elena Anaya’nın kariyerinde ayrı bir yerde durması gerekirken hedefi tırnak farkıyla kaçırmış gibi görünen Dr. Maru da; usta oyuncu David Thewlis’in Ares çeşitlemesi de aynı ölçüde yetersiz. Aslında bu noktada oyuncu seçiminden ziyade, kötülerin servis edilişiyle ilgili bir hata var gibi görünüyor.

Batman V Superman: Dawn of Justice’de Doomsday’i dakikalar içerisinde paketleyen bir ekibin en dişli mensuplarından birinin başına savaş tanrısını musallat etmek her ne kadar işler görünse de; evdeki hesabın çarşıya uyduğunu söyleyebilmek epey güç! Diğer yandan Ares üzerinden boca edilen “içimizdeki kötülük” klişesi, bu tercihi sevimli hale getirmeye en yakın sığınak olmuş diyebiliriz. Sonuçta yaklaşık 40 dakikaya yayılmış, bir türlü toparlanamayan ve her geçen dakika daha da ağırlaşarak izleyicide “eh artık bitse de gitsek” hissiyatı oluşturan bir final var karşımızda. Böylesine uzun ve epik bir öyküyü, olabilecek en şatafatlı biçimde nihayete erdirmeye çalışma kaygısı anlaşılabilir. Ama bunu yaparken bir “eğlence sineması” örneğini eğlenceli olmaktan uzaklaştırmak da izleyici için zulüm haline gelebiliyor.

Erkeklerin Dünyasında Bir Garip Diana!

Filme dair feminizm üzerinden döndürülebilecek her türlü muhabbete baştan bağışıklık kazandığınızı düşünerek o sulara girip, zaten bulanık olan suyu biraz daha çalkalamak istemiyorum. Gökten düşen bir erkeğin getirdiği çatışmada ölen çilekeş savaşçı kadınlar ile başlayıp, erkeklerin dünyasındaki bir savaşa çekilen Diana’ın bu yeni ve vahşi dünyada uğradığı dazlak şaşkınlığını doğrudan doğruya feminizme yormak yanlış.

Tıpkı Thor gibi, Diana da insanların dünyevi düzeninin, benliklerini teslim ettikleri modern oyuncaklarının, anlayışsızlığının, acımasızlığının ve acınasılığının karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor. İnsanlığın belki kadim çağlarda unuttuğu, belki de asla sahip olmadığı o erdemin peşinden yorulmaksızın koşan Diana’ın iradesi de aynı şekilde tek taraflı bir feminizm okuması olarak değerlendirilemez (ki öyle olsaydı her şey olduğundan çok daha sıkıcı olurdu sanki).

Senarist Allan Heinberg, belki de daha başlamadan bayatlayan bu türden geyiklerin önünü tıkamak için, çatışmanın tam karşısına da Dr. Maru karakterini ekleyerek, sayfalarca sürecek feminizm tartışmalarının önüne geçmeyi hedefliyor (belki de yepyeni bir tartışmayı ateşliyor bilemedim). Tamam, Maru’nun, erkeklerin kurallarını boyun eğmiş, onların elleriyle yaratılan savaşı harlamak için çalışması, ilk hipotezimi çürütse de, doğrudan doğruya cinsiyetçi kabul edebileceğimiz bir söylem yok ortada (yoksa var mı?). Diğer yandan Chris Pine’ın inandırıcı bir sempatiklikle perdeye taşıdığı Steve karakteri de, dışarıdan gelebilecek sert eleştirileri yumuşatacak ılımlılıkta. Evet, karakterlerin hiç birinde cesaret gerektirecek bir sivrilik yok ama söylem konusunda pot kırmamak adına sağlanmak istenen dengeyi de tutturmayı başarmışlar gibi görünüyor.

Canavar’dan Amazon Güzeli’ne

Projenin yönetmen koltuğuna Monster (Cani) filmiyle Charlize Theron’un oscara ulaşmasını sağlayarak adından uzun uzadıya söz ettiren Patty Jenkins’in oturtulmuş olması hiç de tesadüf değil. Hatta böyle bir karakteri şahlandırmak için gereğinden fazla doğru bir isim olduğu bile düşünülebilir ki; Diana ile Etta arasındaki münasebeti, uzaktan uzağa Theron’un canlandırdığı Aileen ve Selby’nin kadın dayanışması modeli ile ilişkilendirmek hiç de yanlış değil.

Fakat söylem kasasını doldurması muhtemel olan Jenkins’in eline tutuşturulan filmin 150 milyon dolar hibeli, patlamaya hazır bir gişe bombası olduğunu da unutmamak gerekiyor. Jenkins’in, bu kalibrede bir filme göre, öykünün altını boş bırakmak istemediği hissedilse de, söz konusu “eğlence sinemasının başarılı bir örneğini çıkartmak” olduğunda işin içine çok fazla müdahalenin girdiğini söylemek yanlış olmaz.

Monster sonrasında televizyon projelerine yönelen Jenkins’in bu cüssede bir yapımı sırtlarken yer yer tökezlediği doğrudur. Her ne kadar filmin ilk yarısında böyle bir eksikliği hissetmemiş olsak da özellikle finale doğru çıkılan o sık basamaklarda filmin nefesi fazlasıyla kesiliyor. Bu rehavet ne yazık ki filme dair bir takım iyi anılarımızın da unutulup gitmesine yok açıyor.

Sözün Özü

Wonder Woman’ın solo performansının DC Sinematik Evreni’nin akıbetini büyük ölçüde etkileceyeğini tekrar tekrar belirtmemize gerek yok. Pek çok projenin Wonder Woman’ın gişe rakamlarına göre yapımcıların masasına götürüleceği doğrudur. Fakat çiğ bir DC – Marvel kıyasından ziyade, yapımcıların DC’yi DC yapan bazı şeyleri yeniden gündeme almaları gerekebilir.

Projelerin başına, daha önce önlerine getirilen öykünün “süper kahramansız versiyonlarını” başarıyla kotarmış güçlü yönetmenleri oturtmanın tek başına bir çözüm olmadığı ortada (Suicide Squad’ın David Ayer’in ellerine teslim edilmesi gibi). Belki de kendini ciddiye alırken tüm eğlenceyi kaçıran kahramanları kabullenmemiz biraz daha zorlaşmış olabilir.

Nihayetinde DC’nin bu “yeni atılımı” bazı şişkinliklerin atılmasını ve serilere daha taze bir nefes üflenilmesini gerekli hale getiriyor. Wonder Woman hiç değilse bundan sonra izlenecek olan sinemasal rota adına bazı şeylerin belirginleşeceği bir yapım. Bu açıdan DC Sinematik Evreni adına kritik bir noktada duruyor. Fakat başarılı bir eğlence sineması örneği olarak, standartın bir adım ötesinde vadettikleri fazlasıyla tartışmaya açık!

Yorumlar